Gül köpüklü körfezden
geçerken Argos gemileri
bu sulara dökülmüş
Orpheus’un türküleri
Gece uykuya dalar
gün boyu hırçın dalgalar
koynunda besler
mor uğultuyu
göğsünde fırtınalar kopan
bir kadın gibi
Dağın içine doğru gidildikçe ağaçların türküsü doluyor kulaklarımıza. Narkıssos’un aşkından eriyen kır perilerinin hışırtısı, zamanın şiirini söylüyor çamların arasında. Sis bulutları kalkıyor eteklerden, zirvelere doğru genişliyor ve ulaştığı tepeyi sarıp sarmalıyor. Az önce tüm görkemiyle gözler önünde olan tepe, yitiyor sisin içinde. Gökyüzünün bahçevanı musluklarını açıyor bulutların. Aniden boşalan yağmurla kuşların, börtünün, böceğin telaşı başlıyor; rengârenk kanatlar uçuşuyor dalların arasında. Daha önce hiç duymadığımız seslerle çınlıyor orman. Binlerce yıl öncenin insanının, her koyağa bir tanrı yerleştirip korkularını alt etmesi anlam kazanıyor böylece.
Kazdağı’nın Kuzeydoğu yamaçlarında, çağlar öncesinin İyonya’sındayız; gövde kalınlığında sular fışkırıyor kayalardan. İkisi Marmara’ya, biri Ege’ye dökülen debisi yüksek çaylara dönüşüyorlar sonra. Makedonyalı Büyük İskender’in, kıyılarında Pers Ordusu’nu mağlup ettiği Granıkos Çayı (Bigaçay), o günlerden bugünlere kımıl kımıl akışını sürdürüyor. Hindistan’a kadar giden yolların anahtarını ve ‘Büyük’ lüğünü burada ele geçiriyor İskender.
Adı ister eko, ister yankı olsun sesler kaynağına dönüyor dağda. İyonya’nın zaman içinde Ağonya’ya dönüşümü gibi. Yenilenirken ayrımına varmaya çalıştığımız bir şeyleri anımsıyoruz. Çağların içinden geçip de geliyor Eros. Sürüyor arabasını Kartalkaya’ya doğru. Şimşek gözlü bir kadın gibi dağ; kabarıp alçalıyor göğüsleri durmaksızın. Söylenceleri fısıldıyor kulağımıza. Masalla gerçeğin karıştığı bu coğrafya koynunda besliyor sonsuz uğultuyu.
Antik çağın önemli tarihçilerinden birisi olan Strabon’un, yaşadığım coğrafyaya dair anlattıklarından yola koyularak bakmaya çalışıyorum çevremdeki her kımıltıya. Zirvelerin eteklerinde ayaklarıma takılan bir mermer parçası, bütünlenip sakız gibi beyaz saraya dönüşüyor birdenbire. Sahile vuran dalgaların arasında gördüğüm kırık bir amfora, deniz gurbetçilerinin türkülerini dolduruyor kulağıma. Sümerler’den Mısır’a, oradan da Yunanistan’a geçmiş olan çok ilâhlı inancın izini sürdükçe, hikâyelerin yüzyılları kuşatan ve var oldukları zaman dilimlerine egemen olan güçlerini görüyorum. Bugün ne Zeus var, ne de Hera. Ne yarı ilâhlar ne de kahramanlar. Ormanlarda cirit atan, önüne çıkanla sevişen peri kızları, kaçakçılara terk etti yerini. Mabedlerin, tapınakların, yontuların kalıntıları üzerine artı paralarıyla binalar, eğlence merkezleri yapanlar var şimdi.
Tanımlamakta zorlandığı ya da hiç tanımlayamadığı doğa olayları karşısında düşünce ve duygularıyla zora düşen insanın üzerinden binlerce yıl geçti. Benzerlerinden kimisi aramızda dolaşsa da, bugün tanrıyla pazarlığa girişenlerin, onu kandırmaya kalkışanların varlığını gördükçe, geleceğin nelere gebe olduğu az çok sezinleniyor. Tanrılar dergâhından tek tanrıya gelindi. Bu kavşaktan da insana gidiyor bu yol. Kopyalama çağından sonra gelecek olan zaman dilimini kestirmek güç olmasa gerek.
Dağın zirvelerine çeviriyorum bakışlarımı; yumuşacık rüzgârların uğultusu doluyor ciğerlerime. Yatağına sığmayan bir ırmağın coşkusuna kapılıyorum. Güneşin, ayın ve yıldızların bir görünüp bir kaybolmalarına, yeryüzünün ve gökyüzünün bin bir türlü hallerine akıl erdirmeye uğraşırken, masallar üreten ve ürettiklerinin esiri olan ilkel insanı düşünüyorum. Sonsuz hayat aşkıyla sarsılanların yarattıkları cennetler, cehennemler günümüzde de geçerliliğini koruyor. Oysa bir haftalık ömrünü gözümüzün önünde dans ederek geçiriyor kelebek. Biçimi ve özü aynı, değişmez sanıp yanılıyoruz. İlk kıvılcımdan günümüze kadar süren değişimin ayrıntılarının içine girdiğimizde, kendisini yazan bir şiirin gövdesine her an yeni dizelerin eklendiğini görüyoruz. Bütün yapıp etmelerimizin, doğal devinimlerin, ayrıntıdan bütüne, bütünden ayrıntıya gelgitlerin sürekli genişleyen türküsüdür bu durum.
Bilmek, duyumsamak, düşlemek ve düşünmek. mükemmelliğe giden yolun kavşak noktaları, mola yerleri olsa gerek. Bitkilerden fışkıran çiğ tanelerinin, kaynağı yeryüzü olan yağmurun, eşyanın üzerindeki giz perdesinin, kısaca varlığın sorgulanmasının ‘günah’ olduğunda ısrar edenleri anlıyorum. Evrenin bilgisine kayıtsız kalanın, sorgulamayanın, verilenle yetinenin, korkularıyla mutlu olanın katedeceği yol bir hayli uzun. Filozof Renan şöyle diyor bu konuda:
“Mucizelere inanmak; evrenin değişmez yasalarla değil, gelip geçici heveslerle idare edildiğini sanan bir fikir durumunun sonucudur. Doğa ve evren yasalarının henüz keşfedilmediği dönemlerde, aklın almadığı olayları mucize olarak tanımlayan ilkel insanın bu tavrına tutumuna anlayış göstermek zorundayız. Yasaların keşfinden sonra, işlenen zekâlarla bugüne gelen insanlığın, batılda ısrar etmesini anlamaksa çok zor bugün…Zekayı bilimin düzeyine çıkarınız, onu rasyonel metodla besleyiniz, bu modası geçmiş batıl inançlar mücadeleye ve delil sistemlerine gerek kalmadan kendiliğinden yok olacaktır.”
Zekânın bilimin düzeyine çıkması demek, sanatın her dalıyla haşır neşir olan bir toplum yapısını göz önüne getiriyor. Hurafelerden arınmış, aklın terazisini önemseyen, üniversitelerinde adam gibi bilim yapılan ve işsizlik korkusu olmayan, sosyal yapının her zerresinden adalet yansıyan, fırsat eşitliği ilkelerine saygılı bir toplum düşünün…
Bir de içinde bulunduğumuz yapıyı göz önüne getirin; Yazılı ve görsel basın ağız birliği etmişcesine aklı dumura uğratan yayınlarını başarıyla sürdüyor. Denetleme kurumları da çanak tutuyor bu aşağılayıcı duruma. Bir kitap, bir film, sanata dair herhangi bir ürün kalabalıkların beğenisine arz edilmeden, yani piyasaya sürülmeden günlerce, aylarca önce reklam kampanyalarıyla dayatılıyor adeta. Hani şu çamaşır suyu, deterjanı reklamlarıyla dayatılan malların tüketimine benziyor bu iş. Oysa, hayat kendi özünde yarışları barındırır. İnce zevklerin mal’a indirgenemeyeceği biricik alandır o. Edebiyat için de geçerlidir bu ifade.
Kuşlardan önce uyandığım, gökyüzünde yıldızların kaynaştığı bir sabah aklın terazisine vuruyorum bütün kımıltıları. Kulağımı dayıyorum doğanın türküsüne. Ola ki bir dizeye bir sözcük de ben düşerim. Alacakaranlığın tülleri çekilirken, avucumdan yemlenmeye alışan kumrular akın ediyor pencereme. Körfezin diğer ucunda yaşayan, sevgili şairim Ahmet Uysal ile ortak şiirler yazardık bir zamanlar. İda’nın binbir yüzünü, Şiirtüven Ezgileri’ni anlatırdık. O, şimdi sonsuzun kollarında. Şiiri benimle, bizimle beraber ama.
Yaz aylarını körfezin çeşitli yerleşim yerlerinde geçiren şair ve yazarların kimi beni arar ve İda’nın göğsüne doğru gitme zamanının geldiğini anımsatırlardı. Birisinin ‘hadi’ demesiyle dağın bir kuytusunda, delicoş suların içindeki bir masanın etrafında bulurduk kendimizi. Mehmet Başaran dalgın gözleriyle şiiri düşünürdü. Gezici Başöğretmen olarak çalıştığı yıllardaki izlenimlerini anlattığı, Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi isimli kitabında geçen Edremitli kimi isimleri sorardım ona; bilge sesiyle enine boyuna kimin kim olduğunu, o yılları yeniden yaşar gibi anlatırdı.
Cumhuriyet Gazetesi Makale Servisi Müdürü Sami Karaören şiirler okurdu Ahmet Muhip Dranas’tan. Hafızasında üç bine yakın şiir olduğunu söylediğinde abarttığını düşünürdüm. İlerleyen günle birlikte biraz dağın büyüsü, biraz rakının buğusu yüzünden coşardı Sami Bey; bir şiir bahçesine dönüştürürdü mekânımızı.
Hıfzı Aksoy, seksen yaşına rağmen antik tanrıların torunu gibi dimdikti. Zeus’un zamparalığını, Hera’nın kıskançlığını, üç güzelleri anlatırdı.
Mehmet Başaran, Hıfzı Bey ve Sami Karaören çekildiler hayatın sahnesinden.
Dünya denilen havuz durmaksızın dolup boşalıyor. Dağın koynunda, bir masa başında Başaran’ın eşi Hatun Birsen ve Sami Beyin eşi Mehcure hanımları da tanımıştım. İkisi de hayatın sahnesinden indiler. Saygıyla anıyorum bugün. Yaşadığımız mekânları çocuklarımıza bırakıp ayrılıyoruz yaşamdan. Anılacak bir şeyler bırakabiliyorsak geriye, ne mutlu bize.
Körfezin şiirlerinde buluşmak dileğiyle…
Bülent GÜLDAL