Lafın sonunda diyeceğimi lafın başında diyeyim…
Bizim bir hikayemiz hem var, hem yok…
Hikayemizden korkuyoruz…
Hikayesinden korkan bir topluluk…
Hem hikayemizin mükemmel olmasını istiyoruz hem de hikayemizin tertemiz olmasını…
Çocuklarımızın hikayemizle övünmesini isterken, olumsuz olanların ise bilinmesini hiç istemiyoruz…
Geçmişi bu kadar gözümüzde büyütmemizin altında yatan hep korkularımız…
Aman aile büyüklerim için olumsuz bir şey söylenmesin…
Hep saklanmayı seviyoruz. Hep istiyoruz ki iyi yanlarımız görünsün ve olumsuz yanlarımız ise hemen silinsin…
Avrupalının bizden tek farkı bu…
O, insanı bir bütün olarak ele alıyor ve sonuca göre değerlendiriyor. Örneğin başarılı bir sinema sanatçısı seks hikayeleri iseniz gençliğinizde çevirdiğiniz porno filmlerinizle sizi yargılamıyor. Biz ise doğduğumuz andan itibaren kendimizi saklıyoruz. Saklıyoruz da ne oluyor. Gerçeğin ya da o saklananın bir gün açığa çıkma gibi bir huyu var. Bizlerde biliyoruz, kıyıda köşede biri onları söylemek için fırsat bekliyor. Doğu insanının çıkmazı da burada…
Evin içinde yaşıyoruz. Kendi mutsuzluğumuza çare olacak diğer insanın mutsuzluğuna ihtiyacımız var.
Evin içinde yaşarken bile saklanıyoruz. Erkek çocuğu doğurmak üzerinden bir hiyerarşi kuruluyor ve o kurulan düzene teslim olunuyor, olunması isteniyor. Erkek çocuğun arkasına saklanarak kocayı ve aileyi yönetmeyle başlayan iktidar kavgası, kız çocuğu doğuran anneyi bir anlamda ötekileştiriyor ve bu ötekileştirme üzerinden bulunulan yerde hemen ihtiyaç duyulan o dedikodu ve mahalle baskısına zemin oluşturarak baskının içine aileyi sokuyor ve şeref kavramını kızın namusu üzerinden bir güzel sex izle ilmik ilmik işliyor, erkeğin kafasına…
Ve bu kısır döngüyü kıramadığımız sürece mahalle baskısı ve dedikodu ile yönetilen toplum olamayan bir topluluk olarak kalacağız.
Ve belki de tükeneceğiz…
Mahalle baskısı denilen ve insanı çürüten ve yine kasaba kültürü ve politikasının zeminini oluşturan bu sex hikayesi sinsi ve aşağılık yapı değil mi ki bizi köle gibi tutuklayıp bir köşeye atan, attığı yerde tüketmek adına her şeyi yapan…
Değersizleştiren ve anlamsız hale getiren…
Kapıda hazır bekliyor, linç kültürünün bekçileri…
O bekçiler öyle acımasız bir şekilde saldırıyor ve öfkelerini kusuyorlar ki…
O yüzden sürüden ayrılamıyoruz.
Yaptığımız nabza göre şerbet veren kimliksiz ve kişiliksiz bir insan kitlesi içinde boğulmak…
Dolayısıyla, korkularımız yüzünden şimdi sürüden atılırsak bunu ailemize nasıl anlatırımın çaresiz yalnızlığı en büyük korkumuz oluyor…
O yüzden saldırırken bazıları bir yerlere o mesajı da çok güçlü göndermek zorunda…
Yoksa ezilip gidecek…
En kötüsü de çocuklarına ne diyecek, çocuklarına ne denilecek, çocukları nasıl karşılayacak…
1925 yılında Atatürk’e yapılan suikastın içinde görülüp asılan bir kişinin son görüşmede(ki bu kişi devletine bağlı ve sert olmayan biri) söylediği sözleri hiç unutmadım..
“Biliyor musun…
Asılarak öldürülmek en kötüsü..
Orada ailen de olacak, sen çırpınırken onlarda ve orada bulunanlar da oluşacak tiksinme duygusunu yaşatmak için miydi bütün bu çabalarım…
Öldürürken bile bu devlet bu kadar acımasız…
Oysa silahla öldürse ve şerefimle çırpınmadan ölsem…”
Kin ve nefret duyguları sarmış her yanımızı…
Bir kişi yaşamının son evresinde felç yada ağır bir hastalık çekse ve çekerek ölse hemen birileri lafı yapıştırır, günahı çokmuş, yüce rabbim hepsinin acısını alıyor…
Doğu insanı olmak zor, Doğu ülkesinde kadın olmak zor, Doğu ülkesinde erkek olmak zor..
Kimse şerefine leke sürdürmek istemiyor. “Kim o şeref” dediğinde ise yanıt yok..
Ne demiştim lafın başında hikayemizden korkuyoruz…
Oysa hikaye çok önemlidir..
Mağara adamı teorisini Dr. Michio Kaku şöyle özetliyor:
“Kamp ateşini düşünün.
Çünkü insanın varoluşunun yüzde 99.9’unda beyin kamp ateşine göre düzenlenmiştir. Hollywood filmleri neden bu kadar harika? Çünkü hikaye anlatıyorlar. Eğer bir film hikaye anlatmıyorsa ilginizi çekmez. Bizim kamp ateşinin önünde yaptığımız da buydu; hikayeler anlattık, vakit öldürdük ve şakalaştık. Bunu bir milyarla çarparsanız geleceğin dünyasını elde edersiniz. Tek fark, kamp ateşinin etrafındakilerin etkileşebildiğiniz film yıldızları, e-posta yollayabildiğiniz siyasetçiler olması.”
Ne demiştim…
Bizim hikayemiz yok…
Oysa var…
Yeter ki biz değişelim…
Korkularımıza yenilmeden insanlığımızdan vazgeçmeden ve kim ne der, baskısından kurtulalım yeter…
Geçmişimizi ve kendimizi hatalarımızla sevmeyi öğrenelim, sevmekten ve saygı duymaktan korkmayalım…
Ve o dedikodu denilen fesatlığa, iğrençliğe yenilmeyelim…
Mahalle baskısı denilen feodal düzen artıklarını yaşamlarımızdan silip süpürelim ve toplum olmak için birlikte omuz omuza mücadele edelim…
Yeter…
Hikayenizi sevin…
O hikaye sizin özetinizdir.
Doğrusuyla yanlışıyla size aittir.
Sildim demekle silinmez..
Hikayesinden korkanın ürkek yaşamı, toplumdaki eziklik duygusunun sürdürülmesindeki en önemli gerekçe olması içine düştüğümüz ve sonuçta hepimizi bir şekilde öğüten o öğütücünün var olmasının nedenidir. O var olmayı, yok etmek zorundayız. Yok edemezsek yok olacağımızı bilelim…
Unutma; geçmişinden korkanın geleceği olmaz. Geçmişiyle boğuşanın geleceği olmaz. Dedikodu ve mahalle baskısına yenilen insanlar, toplum olamaz ve hep birbirleriyle uğraşır, dururlar…
Birbirimize güvenmek ve el ele yürümekle bütün sorunlarımızı çözebileceğimize bir inanabilsek…
Saygılarımla..