Sessiz görünen yığınları
çürüyen bir orman sandılar
Zamanın sonsuz hamlesine
kilit vuracaklarını sandılar
İçten içe güldü kalabalık
dayatılan hurafelere
Bir demdir geçer dedi
ince, usul, ağırbaşlı bekledi
Onurlarına dil uzatılınca
eğik boyunlar dağlaşıverdi birden bire
Meydanlara sığmadılar, meydanlara sığmadılar
…
(Halk Şamarı isimli şiirimden; Afrodisyas Dergi)
HAYATIN ŞİİRİ
“ Bir doktrin ufkumu kapar kapamaz ben onun yanlış olduğunu söylerim; ben kendime ufuk olarak yalnız sonsuzu isterim.” -E. Renan-
İçine doğduğumuz zamana ve mekânlara egemen düşünceyi bulduğumuz gibi, irdelemeden kabullenip, önerilenlerle yaşantımızı biçimlendirdiğimizde, ‘tanrısı olmayan bir salatalık’tan farkımız kalmayacaktır. Anlayan, bilen, hisseden ve hayal eden insan, aklının sınırsız yetisiyle hayatın nasıl başladığını, doğa düzenini, ilk hareketi, bilincin özünü sorguluyor bugün. Adem’le Havva masalını rafa kaldırmasına ramak kaldı. Bilimin bulgularına göre, topraktan, taştan, bitkiden, sürüngenden geçip insana ulaşan bir evrim var. Bu sonsuz ve sınırsız gidişi algılayan düşünürlerin ortaya koydukları kavram ve kuramlar sayesinde geçiliyor karanlıklar. Sırtımızı ısıtan güneşe tapınma çağları çok gerilerde kaldı. İçinde bulunduğumuz doğaya alıcı gözle baktığımızda, sürekli bir oluşumun devinimi ilişiyor gözlerimize. Her oluşum kendini aşmadan, aslını inkâr etmeden, doğasının barındırdığı niteliklere göre yaşam sahnesinde yerini alıyor. Doğal dönüşüme bile müdahale edebilen akıl, yüzlerce-binlerce yılın mirası olan doğaüstü safsatasının köküne kibrit suyu ekmek üzeredir. Çakan bir şimşeğin, düşen bir yıldırımın karşısında ellerini gökyüzüne açıp korkuyla yakaranlar, yağmuru dualarla yağdıracağına inananlar, hep böyle kalmaları istenmelerine rağmen, uyanan aklını ayrımına varıyorlar yavaş yavaş.
Toplumsal olayların değerlendirilmesinde, her ne kadar ‘inşallahlı, maaşallahlı’ söylemler gündemdeyse de, sevap ve günah kavramlarının yerini akıl ve mantık alıyor usulca. Özgür düşünceye köstek olanlar aklın doğal devinimini, anlama-bilme-dönüştürme yetisini yasaklarla engellemeye uğraşıyorlar şimdilik. Düşünme ve anlatım sanatı özgürlüğe giden biricik yoldur. Bu gerçeği biliyorlar ve olup biten her şeyin doğal yasaların yansıması olduğunu anlatmak işlerine gelmiyor. Yeni yeni fetişler üretiyorlar bu yüzden. Bilimin ışığından, sözün gücünden uzak tutmaya çalışıyorlar kalabalığı. Akıl yürütecekleri çağa gelmeden, istedikleri inancı aşılıyorlar masum yavrulara. Kendilerine ait safsata kumaşından giysiler biçiyorlar. Geçmiş yüzyıllarda, Homer’in anlattığı yüzlerce tanrıyı yeryüzünden silen akıl, günümüzde olup bitenin ayrımına varacaktır elbet. Yalnız kendilerine ait sözün söylenmesine, inancın geçerli kılınmasına izin verenler, gelecekte lânetle anılacaktır.
Sonsuzun kapısını zorluyor insanlık; ve bu çağda kimilerince ‘zındık’ olarak suçlanıyor söz ve düşünce ustaları. Seven, saygı duyan, geleceği kuran insanlara ulu orta hakaret ediliyor, hayasızca. Karanlığın, aymazlığın ve ‘sürü’nün sahnede kalması adına gayret gösteriyor birileri. İnsanı incitmeden yaşamın içine çeken, dönüştüren, aklının ayrımına vardıran söz ustaları iyi ki var. Hayattan ve insandan yana şairler iyi ki var. Sınır tanımayan, donanımlı aklın imgelem gücü, etrafımızı kuşatan görüntülerin derinlerine iniyor F. Hüsnü Dağlarca’nın dizelerinde. Sonsuzu, sınırsızı sorgularken, insanın edimlerini, hüznün kaynağını irdeliyor şiirin diliyle:
“ Yol boyu, yalnayak yürür gider / Böcekler, Fadimeler, uzunlar, acılar buradan / Bilgin değilim ama elim ayağım bilgi / Tuttuğum vardığım sevgi mi ne? “
Evreni, dünyayı, ille de insanı çok seviyor ve onun ağlayan gözlerini, kararan yüzünü, çektiklerini, binlerce yıl ötelerden alıp günümüze getiriyor ve her şeye rağmen bitmeyeceğini söylüyor sevgilerin:
“ Dolar dolar, alır gider / Gök bir kova / Karanlık, mavi, binlerce yıldır / sevgimi bitiremez”
Yürekten sevmelerin unutulduğu bir zaman dilimini geçiyoruz. Tebessümler buz gibi. Nesnelerin ağladığı bir çağda, özne yalnızlığa itildi. Çözülmeler ve dağılmalar iç karartıyorsa da, paslı kapıların açılacağını, ışıkların yanacağını ümit etmek diri tutuyor bizi. Sunulanı reddetmenin de bir hazzı var; bir tepkidir bu durum, eleştiridir, suçlamaktır. Bu bağlamda, aşağıdaki dizeler onlarca yıl önce yazılmasına rağmen, bugüne ışık tutması açısından önemlidir:
“ Siz, Ali bey, Veli beyefendi busunuz / Gelecekler önünde suçlusunuz / Yöneteceksiniz de ulaşacak ha / Çağdaş uygarlığa ulusunuz…Bir ülke, yarısı çırılçıplak / Yarısının yediği ekmek, tuz…Ne olmuşuz, ne yapmışlar bize / Nasıl bağlanmış elimiz, kolumuz…De, yüreğin nice yanarsa yansın / Efendilerin yüreği buz”
Yüreklerindeki buzlar aysberglere dönüştü, efendilerin. Başımızın üstünde sallanan kılıç her gün biraz daha keskinleşiyor. Ne yazık ki yaşamın dümeni hâlâ aymazlık denizinde yüzenlerde.
Hangi gözeden doğduğunu henüz bilemediğimiz zaman ırmağı, durmaksızın akıyor. Tomurlaşan tohumların renginde, çocukların gözlerinde yenilenerek çoğalıyor hayat. İnsanın, hemcinsinin elinden çektikleri yetmezmiş gibi, yürekleri korkuyla daraltan ve en büyük ‘sahip’ olduğu ısrarla anlatılan bir efendiye gereksinmesi yok muhteşem doğumların ve değişimlerin. Şairin, merakla açtığı kapıların ardında, düş gücüyle betimlediği dünyaya bir göz atalım:
“ Bir atmosfer isterim ki atsın beni seneler evvele / Dünyaların doğduğu iklimleri versin, güzelliklerden / Ki orda Allah’ın ayak sesleri duyulsun bazen / Ki orda benzesin okyanuslarımız küçük bir sele …Şimdi düşüncem bir arzu sılasıyla yaşıyor o âlemi ? Bir senfoniyi ıslıkla çaldığını görürüm, Allah’ın / Vuruyor üstüme sevgilerin kaynatıldığı yangın / Ve hazzı görüyorum: Bir havuz üstünde bembeyaz bir gemi”
Yüzyıllardan miras olarak, kahrın bin bir çeşidi devralınıyor. Bu harman, biçimden biçime sokularak yamanıyor insan düşüncesine. Yamalı bohçalar yakışmıyor hayatın vitrinine. Her ne var ise kendinde ara, diyen öğreti, nereye ait olduğumu gösteriyor aslında. Adam gibi yaşamak hakkını savunan Cahit Irgat da bir ağacı göstererek, kim olduğumuza dair uyarıyor bizleri:
“ Ne dört kitap, nice mezhep, nice din / Bu ağacı insana insan diye gösterin…”
“ Biz insanlar / Bir avucun / Beş parmağı kadar kardeş ? Boyun eğmiş, razı olmuş / Gömülmüşüz çamuruna alınterinin / Mayasına hamuruna kara ekmeğin”
Ağaçlar gibi gürül gürül, karınca kararınca değil ama, serpile uzaya sevinçler içinde yaşamayı öneriyor insana. Oysa, baskın çıkıyor çağı idare eden güç. Meyvesini kurutuyor ağacın, düşüncesini dumura uğratıyor insanın. Şair, yine de uyarıyor:
“ Yetişir kendimize acıdığımız / Affetmeyecek bizi bir gün / Çocuklarımız”