Belgin Hancıoğlu’na ait bu kitabı dün gece okudum. Bir kadının yaşam hikayesi olarak kolayca özetleyebileceğimiz bir kitap olarak gözümüze ve aklımıza ilk bakışta öyle seslense de burada anlatılan yada anlatılmak istenen şey doğu(ülkemizin doğusu anlaşılmasın) kadınının yaşadığı acı gerçeklerinin sade bir dil ile ifade edilişidir. Okurken her kadının kendi yaşamından kesitler bulabileceği bir kitap… Yazar kısmen kendi hikayesi kısmen de hayalleri üzerinden kitabını yazarken ikinci hayatında yaşayacağı aşk üzerinden cinselliği öyle ince eleyip sık dokuyarak gerçekleştiriyor ki okurken an gelip isyan edecek noktaya geliyor okuyucu.. Yazarın bu kadar ince dokuduğu ve üzerinde mükemmele yakın bir zemin oluşturarak kendini teslim ettiği o an işin belki de kimsenin ama hiç kimsenin bir mazeret gösteremeyeceği bir sevgi yoğunluğu içinde olmasına özen gösteriyor. Yazar böyle istiyor, çünkü çocukları var, ailesi var, sevdikleri var, çevresi var… Mazereti çok ancak isteği de o mazeretlerden daha çok… Aşk ile sevişmek, tensel bütünleşmek, ikiyken bir olmak istiyor. Bunun eksikliğini yaşıyor. Kendisini sarıp sarmalayan erkeğin tutkusunu her öpmede her dokunmasında özel olarak hissetmek istiyor. Bunun öyle bir istek olduğunu öyle güzel anlatıyor ki okurken sizi sıkmıyor, yormuyor ve üstelik bir insanın başına bu kadar mı acı felaket üst üste gelir noktasındayken kadere isyan değil yaşamın doğallığı içinde aşkın bilinmezlik okyanusunda boğulmayı tercih ediyor. Bu “boğulmak” benim ifadem…. Yazar mazeretsiz boğulmayı çok istese de boğulmanın risklerini göze alamıyor. O mazeretlerin hepsinin bir yaşanmışlık hikayesi var ve öyle kolayca insanın yaşamından çıkartılacak şeyler değil… O risklerin gerekçelerini yazma ihtiyacı hissediyor. Yazar sonuçta bu okyanusun bütün bilinmezliklerini yani mazeretlerini öyle kendine göre sağlam verilerle kitap da örüyor ki sonunda bu çok istediği tensel bütünleşme ile tanımlanacak aşkı yaşamak yani o cinselliği yaşamak zorunda kalıyor. Çünkü o birleşmeyi çok istiyor. Ve o anın öyle özel bir an olmasını istiyor ki hayalinde ki herşeyi sonuna kadar, kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde kullanıyor.
Türk kadının yada doğu kadının gerçek çilesidir. Evlenirken niye evlendiğinin farkında değildir. Bunu kitabında öyle yalın bir ifadeyle yazıyor ki;”aşk bir kandırmaca halidir, önemli olan hayatını huzurla geçirebileceğin bir eş bulabilmektir.” İşte o huzur günümüzde evliliği tek başına artık kurtarmıyor. Yine cinsel ilişki yaşadığında bu ilişkinin kendisi için ne anlam taşıdığının farkında değildir. Annesinin sözleri beynine kazınmıştır. Evlendiği erkeği şehvetle öpemez, öpmeye kalksa kocası acaba ne düşünür. Bunu düşünmesi bile korkunçtur. Onun görevi erkeğine bu konuda hizmet etmek ve onu rahatlatmaktır. Onun bu ilişki de ben de varım ve ben de o güzelliğin bütünleşmesini istiyorum demesi ona öğretilmemiştir. Öğretilmediği gibi böyle bir şeyi düşünmesi bile çok büyük günahtır. Onun görevi çocuğuna hamile kalıp anne olmaktır.
Kadının çilesi bu anlamda dünyanın her yerinde aynı gibi… Alman yazar Thomas Mann, “Aldanan Kadın” kitabında bunu öyle güzel anlatır ki…
“Neler söylüyorsun anne? Yaşı ilerlemiş bir kadına, hayatını yaşayıp senin o çok sevdiğin doğa tarafından yeni ve daha sakin bir konuma taşındığında layık görülen vakarı nasıl böyle kötüler, nasıl hor görürmüş gibi davranırsın? Kadının, daha da sevilmeye değer bulunacağı o vakarlı konumda insanlara, yakın ve uzak çevresindekilere verebilecek daha o kadar çok şeyi, onlar için taşıdığı o kadar büyük bir anlam var ki… Erkekleri cinsel hayatlarının sınırı, kadınlara kıyasla daha belirsiz olduğu için kıskanıyorsun. Fakat bu o kadar takdire şayan bir şey mi, kıskançlık için bir sebep mi emin değilim ve ne olursa olsun, sonuçta ahlak sahibi bütün halklar, daima yaşı ilerlemiş bir kadının ağırbaşlılığına hürmeti göstermiş, hatta bunu kutsal saymıştır; biz de seni yaşının getirdiği o güzel, etkileyici vakarınla kutsal saymak istiyoruz.” Kızı, anneye söylüyor. Söylenen bu sözlerin ağırlığına ve anne üzerindeki baskısına bakar mısınız…”
Aynı kitaptan devam…
“Gençlikle yaşlılık arasında bir çekingenliğin hüküm sürmesi, hayatın tuhaf ve adeta acı verici yanlarından biriydi. Gençlik, yaşlılıktan çekiniyordu; çünkü onun vakarından kendi taptaze yaşam tarzına herhangi bir anlayış beklemiyordu; yaşlılıksa gençlikten çekiniyordu, çünkü ona ruhunun en derinlerinden hayranlık besliyor, ama bu hayranlığı istihza ve sahte bir tenezzülün arkasına saklamayı kendi vakarına borç biliyordu.”
Devam…
“Bir erkek için elli yaş nedir ki? Biraz çaptan düşmek, onların çapkınlığına engel değildir, hatta bazıları kırlaşmış şakaklarıyla gencecik kızları tavlarlar. Oysa biz kadınların kan ve dişilik sisteminde her şey için sınır otuzbeş yaştır, yani eksiksiz insanlığımız için; ve elli yaşına geldiğimiz de miadımızı doldurmuş, doğurma yetimizi kaybetmiş oluruz, artık doğa karşısında bir süprüntüden başka bir şey değilizdir.”
…
Anneliğin neredeyse kutsandığı bir ortamda bir kadının mazeretsiz yaşama isteği keşke kolay olsaydı. Kolay olabilseydi… Bir birlikteliğin en kırılma noktası o tensel uyuşmanın ikiyken bir olabilme anında tarafların her anlamda bütünleşebilmesidir. O bütünleşme yaşanmadığı sürece hikayenin bir yönü hep açık kalacaktır… İşte o açık yerler hep bilinmezlikle gizemini koruyan ve koruyacak olan aşkın ben buradayım dediği ve kişiyi hep meşgul edeceği en zayıf noktası olacaktır.
Kitapta Ayvalık ismi öyle güzel geçiyor ki her geçtiği noktada size o anın doyumsuz huzuru ve zenginliğini hissettiriyor.
Yazarın dili çok yalın ve çok sade… Abartı yok. Bir kadının bir annenin bunları yazması o kadar kolay şeyler değil.. O nedenle yazarın bu noktada tüm mazeretlere bir çözüm bulma ihtiyacı yaşadığı toplumun duyarlılığı altında sevdiklerinin incinme korkusu.. Bu korku öyle büyük bir baskı yaratır ki bunu en iyi bilenlerden biriyim…
Kitapta yer alan bir Kızılderili sözünü burada yazmak istiyorum: “Gözde gözyaşı olursa ruhta gökkuşağı açarmış…”
Dünya kadınları için temennim ve arzumun bu gökkuşağının o yedi rengin zenginliğinde ve aydınlığında açmasıdır.
Okunması kolay olan bu kitabın alınması ve okunması ve üzerinde geniş anlamda düşünülmesini isterim. Bir kadın, yaşadıkları üzerinden yaşamını anlatırken, okuyan her kadının yaşamından kesitler bulabileceği okunması zevkli bir kitap ortaya çıkmış. “Hayat mazeret sevmez” derken doğanın kendi içindeki devinimlerinde çevrenin etkileri doğal karşılanırken, aklı olan insanın çevreye karşı, yaşama karşı mazeretsiz yaşayabilmesi, yaşayabilmesinin güçlüğünü ancak hayallerinde yenebileceğinin masumiyeti ile sunarken ancak yine de dilerim ve isterim ki bu hayaller bir gün bütün kadınlar için gerçek olsun ve insan sadece kendisinden sorumlu olsun… Aşk belki de en büyük acımız yada çıkmaz sokağımız ya da yazarın dediği gibi “sürekli gelecek kaygısı içinde” yaşamak zorunda kalan insanımız için “çalışmak için yaşamak” zorunluluğu içinde ihmal edilecek kadar değersiz bir şey mi? Yazarımız devam ediyor; “hayal kurmayan biri bu dünyadan keyif alamaz ki.”
Okuyun bu kitabı derim dostlarım…
Sevgi ve saygılarımla…
Vecdi YILMAZ