Ayvalık’ı yazmak, anlatmak kolay iş değil dostlarım. Ayvalık’ı ilk gördüğünüzde sizi büyüleyen doğal güzelliği, siz de acının gülümsemesini, siz de acının gözyaşlarını, siz de acının burukluğunu hissettirmiyorsa Ayvalık sizin için “rakı balık Ayvalık” tekerlemesidir.
Yaşamı mücadeleyle geçmiş felsefe öğretmeni Nazım Bayata, 1979 yılında gelip gördüğü ve sonrasında neredeyse her yaz tatilinde geldiği Ayvalık’ı şöyle anlatır: “Ayvalık bildiğimiz bir Türk kenti değil. Halkı da biraz değişik. İnsanların çoğu yerli turist. Ayvalık’ı anlamaya çalışıyorum, yavaş yavaş. Bu kentte kimler nasıl yaşamış, neler olmuş, 1920’lerde özellikle? Mübadeleyi yaşamış Ayvalık. Buradaki Rumlar gitmiş. Midilli ve Girit’ten Türkler gelmiş yerlerine. Kolay mı toprağı, vatanı terk? Nice acılar yaşanmış karşılıklı.”
Nice acılar yaşanmış karşılıklı?
“Geleneksel bir Hellenofobi-Türkofobi’ye inananlar, Midilli Rumlarının adadan ayrılan komşularına güle güle yemekleri dağıtmaları, ardından çok uzun zamandan beri yan yana toprak süren, hatta ara sıra köy kahvelerinde tavla oynayan Hristiyan ve Müslümanların kucaklaşmalarının, gözyaşları içinde vedalaştıkları rıhtıma kadar gelip onları yolcu etmelerinin manzarası karşısında şaşıp kalırlardı herhalde. Bunun ardından, eşyalarını sardıkları denklerin üzerinde oturmuş, sürüleri çevrelerinde(ağlaşan kadınlar, evcil hayvanlarına sarılmış çocuklar, her zamanki adetleri üzere tüm ağırbaşlılıklarıyla, sakalları ağarmış babalar) Midilli Müslümanları hiç tanımadıkları Türkiye’ye doğru yola çıktılar.”
Ya karşı kıyıya ulaşanlar ne durumdaydı…
“Bundan daha trajik bir manzarayı hayal etmek bile güç. 2000 kişi kapasiteli bir gemiyle 7000 kişinin geldiğini gördüm. Güvertede tıpkı sardalyeler gibi istiflenmiş, kıvranan, pörsümüş, sefil bir insan yığını. Dört gündür denizdeydiler. Uzanıp uyumalarına izin verecek yerleri yoktu; hiç yiyecekleri yoktu, tuvalet imkanları yoktu… Paçavralar içinde, hasta , bitlenmiş, gözleri çukurlaşmış, insan pisliğinin iğrenç kokusunu yayarak sahile çıktılar. Sefaletten bükülmüş bedenleriyle…”
Oysa Ayvalık ne güzeldi, güzellikleriyle dünyada adeta düşman çatlatıyordu. 1820 yılında Viyana’da çıkan Yunanca bir süreli yayın Ayvalık’ı, ‘Küçük Asya’nın eğitim başkenti, yeni Miletos olarak betimliyordu. Bir yıl sonra ise Almanya’nın kışkırtıcılığına Ortodoks ruhani gücünde destek vermesiyle ayaklanan Yunanlılar, Mora yarımadasında yaşayan yaklaşık 35 bin Türkü son bebeğine kadar öldürünce ve bu katliamı yapanların da Ayvalık’ta eğitim aldığı öğrenilince Osmanlı da hıncını Ayvalık’tan alacaktı. Tarihe 1821 Ayvalık isyanı olarak geçecekti…
40 bin kişinin yaşadığı kent, 13 Haziran 1821’de kül yığını haline dönecekti. Nüfus 20 binlerin altına düşecekti…
Şimdi Ayvalık’ı tek cümleyle özetle deseler, diyeceğim o ki Ayvalık, dilenen insanların değil direnen insanların inatla yaşamaya çalıştığı ve yaşarken de üzerinde her şeye rağmen uygarlık kurdukları ve dünyaya kendilerini kabul ettirdikleri bir dünya kentidir…
Yaşadıkları onca acıya rağmen birbirini seven iki halk… Birbirini anlayan iki halk…
Acılar ortak…
Zeytin, zeytinyağı ortak…
Rakı ile Uzo kardeş…
Pahalı-ucuz polemiğine karşın birbirini kucaklayan güzel insanlar…
Ayvalık’a gelip misafirimiz olanlar yarın biliyoruz ki Ayvalıklı olacaklar…
Boston’da yankılanmış bu güzelim halk ezgisi..
“Gözlerim Ayvalık gibi bir köy görmedi daha,
Bana sor orayı, çünkü oradaydım ben.
Gümüş kapıları altın anahtarları vardır,
Ve duru bir su kadar güzel kızları.”
Bir Girit halk deyişiyle yazımı noktalıyorum…
“İsterdim olsun bir deniz kadar büyük bir kucağım
Nereye gidip kaybolsan yine yanımda olasın.”
Ayvalık’ta yaşamak bir aşktır… ”
Saygılarımla…
Faydalanılan kaynaklar;
*Haydarpaşa’dan İzmir’e Tarih Söyleşileri-Zeki Arıkan
*Troya Savaşı’ndan İstiklal Harbi’ne-Anadolu’da Yunanlar-John Freely
*Tarihin Kucağında Gömeç Sempozyomu