İncecik yağıyor yağmur. Topraktan yükselen kokuda, sığınacak dal arayan kuşların telaşlı kanatlarında, kara bulutların bağrında, bu bahar havasında gözüme ilişen ne varsa şiire yuva oluyor. Doğadan, şairin düş odalarına doğru bir akış bu. Hızını dışarıdaki görüntüden alan bir yangının başlaması ya da.
Yaşamın, sürekli kendini yenileyen kımıltısı içinden bakıyoruz etrafımıza; sezmeye uğraştığımız gerçeğin bir parçasıyız. Denklemin içindeyiz yani. Kısacık ömrümüze insanlığın binlerce yıllık geçmişini sığdırıp, içinde bulunduğumuz zamanı enine boyuna kavramak ve geleceği yorumlamak adına hüzünlerden hüzünlere savruluyoruz.
Bilimin bulguları, aklın yaratıları karşısında hayrete düşüyoruz. Böylesine mükemmelliğe ulaşan insanın yapıp etmelerinin de mükemmel olmasını istiyoruz. Ama yeryüzünü ve gökyüzünü tümüyle sahiplenmek adına kitleleri acımadan öldürenlerin,yok edenlerin varlığı karşısında donup kalıyoruz. Bu durum, on binlerce yıl önce tarihin derinliklerinden yola çıkıp bugüne gelen insanda önemli bir öğenin eksikliğini duyumsatıyor. Salt bilgi, bilim insanın insan olmasına yetmiyor demek ki. Özgürlük ve ahlâk kavramlarının ve belki adı konulmamış başka bir şeylerin yaşama dahil olmasıyla insanca paylaşımın kapısı aralanacaktır.
Geri kalmış toplum kavramı etiyle, kanıyla, emeğiyle sömürülenlerin varlığını göz önüne getirdiğine göre, sömüren uygarların (!) yetkinliğinden, erginliğinden, insanlığından şüphe etmek gerekiyor. Ne yazık ki ‘hep bana rab bana’ düsturunu ilke edinenlerin söze ve düşünceye yasak koymaları, insanın biricik hakkı olan doğal özgürlüğünü yok ederken, kitleleri de kendi coğrafyasında köleleştirmektedir.
Doğada gözümüze ilişen bütün canlı türleri – insan hariç- kendi kendine yetiyor. Avını bularak, yuvasını yaparak, cinsine özge özellikleri en içten haliyle yansıtarak ömrünü tamamlıyor. İnsan da bunları fazlasıyla başarıyor, diyeceksiniz. Evet, fazlasıyla yani hemcinsinin hakkını yok sayarak, hukukunu çiğneyerek, egosunu ön plana çıkarabilmek uğruna öldürümler-yıkımlar yaratarak başarıyor ! Büyük balık küçük balığı yutar, söylemini insana yakıştırmaya kalkışanlara, bu söylemin hayvanlar alemine ait olduğunu anımsatmakta yarar var.
Aklımızı geçmişin bilgisine çevirdiğimizde, yeri göğü dolduran kalabalık bir tanrılar ordusuyla karşılaşıyoruz. Homeros bunları kendisinin yarattığı birer varlık olarak destanlarına konu edinmiyordu elbette. O zamanın ve mekânların, kendi içinde bir dayanak bulamayan insanının yaratılarıydı bunların hepsi. Hayatın kımıltısı insana özge düş odalarında biçimden biçime giriyor, karanlıkta uçuşan gölgeler düşüncenin babası sayılanların yüreklerinde de ürpermelere neden oluyordu.
Tarih, Sokrates ile Eflatun’un cinlere, perilere inandığını yazıyor. O günlerden bugüne binlerce yıl birbiri üstüne devrilirken, zamanı ve mekânları avucunun içine almayı başaran insan kimi hurafeleri de bugüne dek peşi sıra sürüklemeyi ve bunlara inancı sürdürmeyi başardı. Şimdi bile karanlığın kozasını örmekten zevk alıyor bir yanıyla. Bu ergin olamayışın ayıbını kime yüklemek gerekiyor? Yaşamı, sunulanla biçimlendirenlerin, eskinin ipine bu denli sarılmalarına şaşırsak da, durum bu ne yazık ki. Gerçeklik, donanımsız kalabalığı peşleri sıra sürükleyen partilerin ilkelerine göre belirlenmeye devam ettiği sürece yani kalabalık, çağdaş eğitimin ve hayatın bilgisinden uzak tutulduğu sürece eskinin giysisini bulduğu gibi giyecektir. Günümüzde görüldüğü üzere, bir giysi parçasını cennetin anahtarı olarak kabul eyleyip toplumsal karmaşalara neden olacaktır.Ya da Sıvas yangınına benzer cehennemler yaratacaktır
Bizi bir çemberin içine hapsettiklerini sananlar, dışarısını uçurum gösteriyorlar. Geri kalmışlık yaftasının ağırlığı altında ezilenlerin kolayca kutuplara bölünmesi tufanlara neden oluyor içerde.Yetişme çağında kin ve nefret tohumlarıyla tanışan ve gayrısına yabancı bırakılanların düş güçleri de dumura uğruyor.Sadece verilecek komutlara duyarlı makine-insan tipi ortalığı kasıp kavuruyor.Aptallık,şarlatanlık,züppelik ve benzeri olumsuzluklar rağbet görür hale geliyor.Onur kırıcı dayatmaların baskısına dayanamayanlar,çemberin dışına çeviriyorlar gözlerini; dışarıya adım attıkları an joplar iniyor tepelerine,saçlarından kavranıp yerlerde sürükleniyorlar ya da bu iş için eğitilmiş kurt köpeklerinin saldırısına maruz bırakılıyorlar.Çemberin içine girmeye zorlananları bir düşünün!
İçinde bulunduğumuz karmaşık yapı ,özgürlüğün yerleşmesi ve kalıcı olması için biricik şart olan edebiyatımızı da olumsuz etkiliyor.Bir haftada ellinci,yüz ellinci baskısı yapıldığı söylenen kitaplara yönlendirilen okuru arıyor gözlerimiz. Çemberleri oluşturanların saldırısı akla hayale sığmıyor.
Oysa gerçek okurun yüzü, hayatın kımıltısıyla örtüşür. Düş odalarının merdivenlerini basamak basamak çıkarak elde ettiği güç, ona gölgelerle oyalanmamayı çoktan öğretmiştir.
Bülent GÜLDAL