Beklediği saat gelmişti. Herkesten ve her şeyden arındığı saatlerdi. Bazen sabahlar olmasın istiyordu. Gece yaşayabilirdi. Gecenin sessizliğini, karanlığını, kendi ile yüzleşmesini en çok da kimsesizliğini seviyordu. Bazen kendisini sevmese de geceyi gecenin getirdiklerini seviyordu.
Bugün kahvenin güçlü kokusuna ihtiyaç duymuyordu. Yeterince tüketmişti. Alkol de istemiyordu. Oysa bugünün sonunda bir bira tüm yorgunluğunu alabilirdi. Açtı ama kim yemek ile uğraşacaktı. Gözüne zencefilli gazoz takıldı. Zencefilli gazoz içecekti.
Yorgundu; ama bu yorgunluk ona yük değil, kendiyle kalmak için bir davetti sanki. Elindeki zencefilli gazozun şişesinden yükselen minik baloncukları izlerken, çocukluğunun basit ama derin mutluluklarına bir kapı aralandı. Çocukluğunda gazoz içtiği zamanlar gelmişti aklına. Taş evlerin arasındaki daracık sokakta salçalı ekmek yerken ki zamanları.
Arkadaşları ile bol bol içtikleri gazoz sonra midelerinden çıkan baloncuk yarışına girmeleri…
Eskiden rahmetli babası derdi. “Yediklerimin eski tadı yok”, düşündü çocukluğunda yediği salçalı ekmeğin tadı yoktu. O zamanlar sokakta koşarken salçalı ekmek ellerinde bir hazineydi. Bir lokma, ardından yudumladıkları o gazozlar, tatlı bir zafer gibi boğazlarından akardı. Gazozun köpüğü dudaklarında kalır, küçük gülüşleri büyük kahkahalara karışırdı. Dünyanın en güzel yiyeceği sanki onlara bahşedilmiş gibiydi.
Elindeki gazozun baloncuk sesi ile çıktığı çocukluk yolculuğundan şimdiye döndü.
Gidene gitme, geçmişe keşke dememeyi öğrenmişti.
O yüzden ne demişti Can YÜCEL, “Ömür dediğin üç gündür; dün geldi geçti, yarın meçhuldür. O halde ömür dediğin bir gündür; o da bugündür.”
Bugün yeni başlamıştı.
Hayatı akıyordu. Çok yorgundu. Sağ elinde uyuşma, sol ayağında ağrı vardı. Olsun yine de o gazozu içecek ve o satırları okuyacaktı. Kendini zorladığının farkındaydı. Gazozundan bir yudum daha aldı. Saat 00.45’di.
Koltuğa bağdaş kurdu. Çok seviyordu böyle oturmayı, siyah tişörtünün kolunu düzeltti omuzlarından hep düşüyordu. Aslında bu düşüş çoğu zaman hoşuna gidiyordu. Omzundan düşen tişörtünü düzeltirken çıplak omzuna küçük bir buse kondurdu. Bunu yapmayı hep seviyordu. Ama niye ise düzeltme gereği hissetti.
Tabletinden bir çalma listesi oluşturdu. Son zamanlarda “Amy WİNEHOUSE” ve “ADELE” dinlemeyi seviyordu. “Back to black” ile başladı.
Gazozundan bir yudum daha aldı ve kitabına uzandı. Siyah her zaman kendi rengi olduğunu düşündü, gece gibi.
Her şey tamamdı bir de yağmur yağsa harika olurdu. Elini kitabına uzattı.
İşte geliyordu yeni bir yolculuk…
Okuduğu kitapta, “İnsan kendini tutsak hissetmediği sürece tutsak sayılmaz.” diyordu. Bu kitabı kaçıncı kez okuduğunu düşündü. Bir şeyi tekrar okumaktan çok değil hiç hoşlanmazdı. Bu kitap farklıydı onun için tekrar tekrar okunabilirdi.
Vladimir BARTOL’un “Alamut” adlı kitabı ile üniversite yıllarında tanışmıştı. Sanırım hayatı boyunca tekrar tekrar okuyacağı tek kitap olacaktı.
Bugün ise başka bir kitaba geçmeden önce ondan bir pasaj okumak istedi.
Karşısına çıkan bu cümleydi; “İnsan kendini tutsak hissetmediği sürece tutsak sayılmaz. İnsan hayatının tamamını dört duvar arasında geçirebilir. Kendisini tutsak olarak hissetmediği müddetçe tutsak sayılmaz. Ama kâinatın sonsuz büyüklüğünü, milyonlarca yıldızı, galaksiyi görüp, onlara asla erişemeyeceğini bilen biri için koskoca dünya hapishaneden farksızdır. İdrak ettikleri şey zamanın ve mekânın tutsağı haline getirir.”
Niyeyse aklına “Alkatraz Kuşçusu’ nun” hikayesi geldi.
Robert Stroud’un hikayesi onu her zaman etkilemişti. İnsanların farklı zamanlarda farklı mahkumiyetleri olabiliyordu.
Kendisinin de gündüz mahkûm gece özgür olduğunu düşündü.
Durdu. Kendi hapishanesini düşündü. Hapishanede miydi? Özgür müydü? Dışardan hep özgür göründüğünü biliyordu. Evet özgürdü de insanlara mahkumiyeti olmadığı gibi mala kazanmaya da bir mahkumiyeti bulunmuyordu.
Kendine bu özgürlüğü, ördüğü yüksek ve geçilmez duvarları sağlamıştı. Kendisi tarafından örülmüş duvarları vardı. Kolay kolay bu duvarları indirmezdi. Hayatında birkaç defa indirmeyi denemiştir. Ne zaman bunu yapsa hep üzülen taraf olmuştu.
Aslında kendi hapishanesinde mutluydu. Sonuçta dünya da altı gök üstü gök bir hapishane değil miydi? Kendi cennetinde kendi gizli bahçesinde insanlardan ırak yaşayabiliyordu ve mutluydu. Ama bir gün biri gelir yine zorlar mı duvarlarını bunu düşünmezdi aslında. Zorlasa ne olurdu ki en fazla indirmezdi duvarlarını, bu alanda yeterince irade geliştirmişti. Bu sert kalın ve yüksek duvarları zorlayan çok olsa da gizli bahçe ona ait olmalıydı.
Hem bu duvarlar bugünün duvarları değildi. Gazoz baloncuklarını saydığı yıllardan geliyordu bu duvarlar. İlmek ilmek her hayal kırıklığı, her hüsran, her kırgınlık, her kandırılma ile bir kat daha yükseltilmişti. Son zamanlarda sanki dedi sabır ile bekleyen birini mi görüyordu. Onun dostluğu duvarlarında bir aralık açabilir miydi? Kısmen indirir gibi de olmuştu ama duvarlarını örmesi gerektiğini bir kez daha anlamıştı.
Ne zaman birine kalbini açsa o ana kadar elinde olan tüm güzellikler kayboluyordu. Karşı taraftan elde ettim hissini alıyordu, bu hissin kendine çok ağır geldiğini düşündü. Belki de fazla büyütüyordu sevgiyi, fazla anlam yüklüyordu. Anlamı o kadar da değildi.
Çok da içselleştirmemek gerektiğini düşündü. Zor olsa da görüp de görmemezlikten gelmeyi, keşke dememeyi, gidene gitme dememeyi, kendi içinde şifa bulmayı öğrenmeye devam ediyordu. Duvarlarını besleyerek merak edilen olmak bir kez daha şifa vericiydi. Kalbi biraz kırgındı bugün. Anlamsızdı belki kırgınlığı ama kırgındı. Önce duvarlarına, sonra kendine sarılarak, çıplak omzuna bir buse daha kondurarak okuduğu kitabın gizli bahçesinde yolculuğa başladı.
Kendisi ile yüzleşemezdi.
Bugün değildi.
Saatin oldukça ilerlediğini gördü.
Çok yorgundu.
Kolu fazla ağrımaya başlamıştı.
Ama beklenen yağmur da gelmişti.
Müzik önerisi: https://youtu.be/8BXCVY_-RmU, https://youtu.be/tux7eKFZn30