Eylül, paraşüt inişinin ardından ayaklarının titrediğini hissetti. Hem adrenalinin etkisi hem de rüzgârın serin dokunuşuyla yüzünde bir tebessüm oluşmuştu. Tam o anda, kendisine seslenildiğini duydu. O sesin sahibi Fırat’tı.
Refleks olarak hemen sese doğru yöneldi. İçinden hayır bakma dese bile çok geçti. Refleksleri çoktan onu Fırat ile göz göze getirmişti.
Yıllardır zihninde bir masal kahramanı gibi sakladığı, hayallerinin gölgelerinde yaşayan Fırat. Kalbi hızla çarpmaya başladı; çocukluğunda duyduğu heyecanın bir yankısı şimdi gerçek bir anın içine sızıyordu. Fırat’ın bakışları kısa ama belirgindi, bir anlam taşıyor gibiydi. “Beni nasıl hatırlıyor” diye düşündü Eylül, hislerinin ağırlığı altında ezilerek. Ancak o bakışlar, içinde bir fırtına başlatmaya yetmişti. Kendisini tanımadığı bir duygunun eşiğinde hem geçmişe hem geleceğe açılan bir kapının tam önünde bulmuştu.
Daha çok erken yaşlarda kalbinde başlayan, kendi kendine büyüttüğü bu duygu Antalya karşılaşmasında hayat bulmaya filiz vermeye başlamıştı. Bu filiz büyüdüğü hız ile de son bulmuştu.
Şimdi ise Marmaris’teydi. Aslında içindeki başka bir çıkmaza dur demek için gelmişti. Gelirken çok ama çok kararlıydı hatta Nahit’ten önce Nahit’e her şeyi o itiraf edecekti. Fırat’ın sesini duyana kadar…
Duyduğu ses onu geçmişte bir yolculuğa çıkartsa da nihayetinde bitmiş olduğunu anladı. Fethiye de karşılaşmalarının yarattığı etkinin zerresi yoktu. Yaşanan güzel anılar aynı şekilde yaşanan hayal kırıklıkları ve biten hayaller de yer alıyordu.
Eylül kendini dinledi. Heyecan mı? Kızgınlık mı? Pişmanlık mı? Kırgınlık mı? Özlem mi? Hiçbir duygu kalmamıştı. Fırat’a karşı belki kısmen minnettarlık hissediyordu. Bu duygularını birisine anlatsa kesin akılsız olduğunu söyleyecekler asla Eylül’ün penceresinden bakmayı denemeyeceklerdi. İnsanlar genel olarak peşin hüküm vermeyi severlerdi. Oysa Eylül hem kendisi hem karşısındaki açısından değerlendirmeyi öğrenmişti. Fırat’a duyabileceği tek duygu minnettarlıktı, içinde büyütebileceği efsanenin gerçekliğinin ne olduğunu Eylül’e yaşattığı için…
Fırat ile Antalya da karşılaşmasaydı yaşadıklarını yaşamasaydı.
Kafasında hep keşkeleri olacaktı. Keşkelerin yanında oldukça büyüttüğü hayali bir kahraman olarak da devam edecekti. Kiminle ne yaşarsa yaşasın aklının, kalbinin bir köşesinde açılmamış sürpriz bir hediye gibi duracaktı.
Eylül tüm duygular içinde merhaba Fırat dedi. Kısa bir nasılsın muhabbetinden sonra Nahit ile tanıştırdı. Fırat, Eylül de aradığını bulamadığının farkında olarak ayrılmak zorunda kaldı.
Fırat’ın gözlerinde ayrılırken kaybettiklerinin farkındalığı vardı. Eylül’ün kafasında ve yüreğinde bir şeyleri sonlandırmanın özgürlüğü vardı. Bu uzun süredir alınmış bir karardı. Sadece uygulamayı beliyordu. Eylül için çoğu zaman kafasında bitirdiğini diliyle de bitirmek de zorlanıyordu.
Nahit’e döndü. Eylül’ün asıl fırtınası şimdi başlıyordu. Nahit onu heyecanlandırıyordu. Kendini iyi hissettiriyordu. Onu seviyordu ama bu sevginin yol alabilecekleri kadar kuvvetli olup olmadığını asla bilmiyordu.
Eylül, Nahit’in kendisine sormayacağını biliyordu. Çünkü az çok tahmin etmişti karşılaştıklarının kim olduğunu, ilk tanıştıkları zamanlarda çokça konuşmuştular Fırat’ı.
Nahit tüm olanları izleyerek, Eylül’de ki özgürlüğü hissederek sessizliği bozdu. Seni dinliyorum Eylül dedi.
Eylül: “Duyduğu ateşi tarif edebilen yeterince yanmıyor demektir,” dedi.
Dedi ama Eylül kendisine inanamıyordu. Dün okuduğu kitapta yazıyordu nasıl çıkıvermişti ağzından, bu iç çekişmeyi yaşarken…
Nahit: (Kaşlarını hafifçe çatar, bakışlarında hem merak hem de meydan okuma vardır.)
-Ne demek şimdi bu? Duygularını tarif edebilen insanın hissettiği ateş ya da duygularının derecesi daha az mı? Ben sana karşı her zaman dürüsttüm ne hissettiysem onu söyledim. Kelimelerimi bir şair kadar güçlü seçemesem de içimden geleni ifade ettim.
Eylül: (Sesi sakin ama derin bir tonla, gözlerini ondan kaçırmadan konuşur.)
-Hayır, öyle demiyorum. Ama gerçek bir yangın, kelimelerle anlatılamayacak kadar karmaşık ve yakıcıdır. İnsan kendini açıklamaya çalıştığında, ateşi söndürmeye uğraşıyor gibi gelir bana. Her kullandığı kelime sanki duygularının derinliğini ifade etmiyor gibi, yetersiz kalıyor gibi…
Nahit: (Bir an susar, gözlerini bir noktada sabitler, sanki kendi içinde bir şeyi tartar.)
-Ya da belki o ateşi kelimelere dökmeye cesaret edenler, onu daha iyi anlar. Sustukça büyüyen yangınlar, sonunda sadece kül bırakır. Bazen de bu yangın yaşanacak güzel anları engelleyebilir.
Eylül: (Bir an başını hafifçe eğer, dudaklarının kenarına belli belirsiz bir gülümseme yerleşir.)
-Belki de haklısın. Ama ben hep düşündüm ki; kelimeler, ateşi hafifletir. Yakıcılığı, şiddetini, coşkusunu alır. O yüzden susuyorum. Belki bu yüzden sen beni hep eksik buluyorsun.
Nahit: (Sesi yumuşar ama bakışları daha keskindir.)
-Belki de senin suskunluğun, ateş çıkartıyordur. Kıvılcımı tarif edebilseydin yangın başlamazdı belki de. Susmayı bir tür korunak sanıyorsun ama belki de kelimelerle yanmayı göze almak gerekir.
Eylül: (Derin bir nefes alır, gözlerinde bir gölge belirir.)
-Yanmaktan korktuğumu mu düşünüyorsun?
Nahit: (Hafifçe gülümser, gözlerinde hem sevgi hem de hüzün vardır.)
-Korkmuyorsun. Ama kendini ateşin dışında tutmaya çalışıyorsun. Oysa gerçek ateşi hissetmek için tarif etmeye değil, onunla yanmaya cesaret etmek gerekir. Cesaretini topladın mı Eylül…
Müzik önerisi: