Yasama, yürütme, yargı üçlüsünün içinde; her ne kadar Türkiye açısından yargıya güven hiç de iyi konumda değilse de, tarafsızlık ve bağımsızlık gibi idealler üzerinde pek çok gölge varsa da yine de yargı, bu üç kuvvetin emniyet supabıdır.
Bir devleti ayakta tutmak için önce yargıyı güçlü, etkin, bağımsız ve tarafsız yapabilmelisiniz ki, ondan sonra Yasama ve Yürütme’den sağlıklı bir işleyiş bekleyebilesiniz.
Ama bizde her ilke tersten çalıştığı için bırakın yargının, yürütme üzerindeki hukuki denetimini, yargının tepeden tırnağa tüm kadrolarında taraflaşma, siyasallaşma ve bağımsızlığa gölge düşürür bir çok olumsuzluk ön plana çıkar.
ABD’de bir yüksek mahkeme üyesi vefat ettiğinde hangi görüşe mensup olursa olsun milyonlarca Amerikalı gözyaşı dökerken bizde bir hakim alkollü iken polisle girdiği arbede ile, bir başsavcı ise yaptığı şaşalı düğün, tatil ve ziyaretleri ile gündeme oturur.
Keza Anayasa Mahkemesi’ne atanan üyelerde bile siyasi renk belli olsun diye özellikle medya, altını çize çize hangi üyenin hangi Cumhurbaşkanı tarafından atandığını, böylece hangi siyasi görüşe yakın olduğunu gözümüzün içine sokar.
Ne hazindir ki cumhurbaşkanlarının yaptığı atamalar, ki rektör atamalarında ve nicesinde de böyledir, hep siyaset kokar.
Gerçek hukukçuların zaten nesli tükenmek üzereyken…
Deneyimli, bilgili, sadece hukuk insanı olarak görev yapan yargının asıl emniyet supapları meslekten ayrıldıkça, emekli oldukça bilgisizlik, görgüsüzlük, siyaset yanaşma da prim yapmaktadır.
Türk yargısı için olumsuz sonuçlar doğuran tüm bu tabloya rağmen yine de yukarıda da dediğimiz gibi yargı, üç kuvvet içinde ve devletin kendi faaliyetlerini icra edebilmesi açısından yegane emniyet supabıdır.
Belki bu da sadece bize özgü tuhaflıklardandır, yürütme de yasama da yargıyı sevmez, güçlü ve bağımsız olmasını istemez, tabiri caizse kontrol altında tutmak ister, yargı mensuplarının tüm özlük işleri bakan yani siyasi kanattan geçer.
Haliyle yargının halinin böylesine eleştiri almasını da yadırgamamak gerekir (!); çünkü bu tablodan başka bir sonuç çıkma ihtimali yoktur.
Bununla birlikte yargının içinde de emniyet supabı gerekir ki, iddia-savunma-mahkeme üçlemesi arasında asıl emniyet kemeri savunma makamıdır.
Savunma makamı dediğimiz de genişletelim, avukatlardır, barolardır.
Aynı yürütmenin yargıyı sevmediği gibi uygulamada yargı da kendi sacayağında bulunan avukatları yani baroları sevmez, üvey evlat muamelesi yapar.
Siyasetin oyununa düşer.
O yüzden yargı bir darbeyi de bilerek ve isteyerek kendisine vurur.
Barolar yargının emniyet supabıdır.
Şimdi İstanbul’da 2.baronun kurulması için gereken imzanın toplandığı ve Türkiye Barolar Birliği’ne başvurunun yapıldığını, Ankara’da da imza toplanmaya devam edildiğini biliyoruz.
Peki ne fayda sağlayacak baroların birden fazla olması?
Hele hele sadece Ankara, İstanbul, İzmir’de gerçekleşebilecek bir bölünmenin hukuk sistemine, yargıya ve tabiki avukatlara ne gibi bir artı değeri olacak?
Ne katkı sağlayacak meslek adına?..
Ekim ayı tüm barolarda kongre ayı.
Daha sonra da TBB kongresi var.
Yeni yürürlüğe giren sistemle devasa İstanbul Barosu sadece 13 delege gönderecek TBB’ye.
Adil mi, doğru mu, illerin avukat sayısı karşısında hukuka uygun mu?
Yoksa burası da buram buram siyaset mi?..
Şimdi ikinci baro başvurusu İstanbul için TBB’ye sunulurken; acaba bu ikinci baroda da siyasi yelpazenin tüm renkleri ve her kesimden avukatlar var mı ki, yoksa tam aksine tamamen siyasi olarak bu ikinci baro aynı veya yakın görüşe sahip avukatlardan mı oluşacak?
Barolar siyasallaşmasın derken bunun adı tam da siyasal-laştırma değil mi?
Aracınızın lastiğindeki supabı açarsanız duyduğunuz fıssslama sesi var ya…
Yargının ve yargının içindeki emniyet supaplarını siyasi saiklerle böyle açarsanız, bozarsanız; yolun ortasında hepimiz kalırız.
Sonra “hukuk devleti” derseniz, ona da “bir masaldı” der ağlarız.