“Simsiyah yalnızlığız
Hangi kıtaya sarayım seni
Kıygı tellerine takılı
Kalbimiz ve söz
Paramparça
Kurşun sesinden irkilen ninniler
Bir de açlar için öfkemiz
Ekmek arası umutla büyür Afrika
***
Kıyımda ölen gelecek senin
Şuracığımda saklı karanfil kokusu
Öyle sıcak öpelim ki güneşi
Ödünç alalım
Bir kez daha neşeli yeryüzü
Kentlerin çocukluğu saklı demiştin ay’ın çatısında
Çözülse düğümleri somurtkan karanlığın
Ne çok yakışacak renkli şarkılarla boyansa sokaklar
Mine Ömer
(Ekmek Arası Umut)
Dünyayı görebildiğimiz oranda insan olduğumuzu düşünüyorum. Her göz kendince bakıyor çevresine, görüş ve duyuş açısına göre algılıyor hayatın kımıltısını. Bu kımıltıyı olduğu gibi benimseyenle, yorumlayan, dönüştüren arasında elbette fark olacaktır. İlki bulduğuyla yetinen, kendisine sunulanın bir adım ötesine gitmeyen dolayısıyla aklının cıdarlarını hiç zorlamaksızın geçip giderken, ikincisi sunulanı irdeleyip, abesi redderek nokta kadar da olsa kendi düş ve düşüncesiyle yaşama katılacaktır. Geçtiğimiz günlerde basına yansıyan şöyle bir haber vardı; dilsiz anne ve baba, çocuklarının da hiç konuşmadığını görerek, bunların da konuşma özürlü olduğu sonucuna varmıştı. Çocuklarla ilgilenen bir bakıcı büyük bir rastlantı sonucu çocukların konuşulanları duyduğunu, anladığını yalnız konuşamadıklarını tesbit etmişti. İçine doğulan durumun önemini göstermesi açısından ne kadar ilginç bir kesit değil mi? Sessiz ve kımıltısız bir dünyanın uydularının da sessiz ve kımıltısız olması bir gerekirlilikmiş gibi çıkıyor karşımıza. Oysa insanlık tarihi incelendiğinde hiç de öyle olmadığını anlıyoruz. İnsanın aklını ve dilini çözecek, düşünceye akışkanlık kazandıracak eylemin biricik yolunun okumalardan geçtiğini söylemek gerekiyor bu noktada.
Voltaire diyor ki ; “ hummada saçmalama, öfkede kudurma ne ise, batıl inançta da bağnazlık odur. Vecd içinde kendinden geçen, bir takım hayaller gören, rüyaları gerçek, kuruntuları keramet sayan insan bir meczuptur.” Kendi adıma konuşacak olursam, cennetten arsa pazarlayan öte yaşam emlakçılarının varlığından iyice bunaldım. Bu zehrin panzehiri olarak filozofların huzurlu ve sakin bahçesini öngürüyorum. Okumalar demiştim ya, kitaplardan oluşan bir yolun sonu işte bu bahçeye çıkıyor. Düşü ve düşüncesiyle sürekli evrilen, durağanlığa yabancı insanlık bahçesinde saygı çerçevesine oturtulmuş ilişkilerin hoşluğunu bir düşünün…Ne yazık ki savaşlar içinde yaşıyoruz. Hangi coğrafyaya baksak ya iç düşmanıyla boğuşan mazlum bir halkı, ya da gözünü zengin topraklara diken sömürgeni görüyoruz. Mine Ömer’in, Düş İskelesi isimli şiir kitabını okurken savaşı ve sömürüyü yaşamış olanın duygularındaki depremlerin yakın tanığı oldum. O yaşayandı ben ise salt tanık olmaya uğraşıyordum onun yazdıklarını okuyarak:
“ Gözbebeklerini kırmayınız çiçeklerin / Onlar yaşamın ince örgüsü / Artır sonra ör hepimizi / Seviyorum yüzü çizgili insanları / Geceler durmadan yara / Yalan kokan sözcüklerle avuturuz kendimizi / Dar gelir yaşamak / Mahcup kırmızı göğün altında” (sf.16)
Savaş ve sömürü deyince; meclislerde, kürsülerde, basında başkalarının hayatlarına dair nutuk atanların görüntüleri düşüyor aklıma; ağızları köpürerek kahramanlık taslayanların, herkesin kendisine ait olan bir kerelik hayatını ateşlere atmaya hakkı olmadığını düşünüyorum. Bir çarpışma sonrası ‘boş yere ölmedi onlar’ söylemleriyle tansiyon düşürmeye çalışanların , localarda savaşa dair coşku yaratanların, yarattıkları coşkuya varlıklarıyla katılmadıkları anlaşılıyor usul usul. Kollarını, bacaklarını, gözlerini kaybeden fişek gibi gençlerden birinin, ziyaretçi bir generale ‘bana gözlerimi verin’ demesini izledim TV. ekranından; bu deyişte ‘değmezliğin’ vurgulanması çok çok önemlidir.
“Savaş ve yoksulluğun haritası yüzümüz / Bakıp duruyoruz yine de aynalara” (Sf. 41)
Bireyi olduğu toplumun siyasi, sosyal yapılanmalarına kafa yoran bir şairin deyişidir yukardaki dizeler. Bakmayın siz sanatın siyasete karışmayacağını söyleyenlere; biz de sanatçının militanlığa soyunmasını istemiyoruz elbette. Ama düşüncenin bağımsız olmadığı dolayısıyla her alanda yarışmanın en aza indirgendiği (eğitimin ve sağlığın paran kadar olması gibi) toplumlarda sanatçının yerleşik düzeni, alışkanlıkları, durağanlığı sorgulamasından daha doğal ne olabilir? Tarihin mirasını özümlemiş olması ona böyle bir hakkı da vermektedir üstelik. Şimdi, altmış yıl önce idam edilen Filistinli bir şairin acısını yüreğinde duyan Mine Ömer’in dizeleri karşısında saygı duymamak olası mı?
“Filistin yangınından göğsümüzün en kızıl ağrısı çocuklar / Yarınsız yüzleri ne kadar çok Hümeyrad / Süremiyorum dudaklarıma ruj / Ölüm gelir diye uslarına” (Sf.13)
Akışın bütünlüğü içinde aynalarda yalnız kendimizi görmelerin gel gitiyle yaşıyoruz gibi. Ahh o sahiplenme duygusu; bizi sürekli eksilten zehirli pınar. Her ömürde bir kez açan yaşam çiçeğinin ne olup bittiğini anlamadan solup gitmesi. Ağır ve aksak düşüncelerden bile korkan akıl. Bulanık anaforlar içerisinde coşan yürek; şair yüreği ;
“ İki büklüm anılardan kopan / Ne çok yalnızlığız / Kırdılar / Ceplerinde kıyıcı kin taşıyan adamlar / Yara bere içinde dünya / Sevincin harflerini çaldılar / Yüzüne gözüne bulaştı insanın insan” (Sf.15)
hüznü böyle yansıtacak elbette. Kan ve barut kokan rüzgârla şişirip ciğerlerini şöyle diyecektir ya da:
“Allı pullu sözcükler mezarlığı insan” (Sf.21)
Düş İskelesi’nin içerdiği şiirler ince duyarlığın, gerçekle yüzleşmekten kaçınmayan bir şairin ürünü. Hayatın karelerinden taşan hüzün ağır basıyor ,basmasa şaşardım. Kutluyorum Mine Ömer’i…
Bülent GÜLDAL
* Mine Ömer; Düş İskelesi,Şiirler,İlya Yayınevi 2011
Şehir;65 nci sy.Temmuz 2011