“Mustafa Kemal ve arkadaşları, Anadolu’dan temsilcilerle, Sivas’ta büyük kongreyi toplamak için bir araya gelir.
Kongrenin açılıp başlaması için Mustafa Kemal Paşa, bir kongre başkanı seçilmesini önerir.
Salondakiler neredeyse hep bir ağızdan:
“Olur mu Paşam?
Siz varken başka kim olabilir ki?” derler.
Mustafa Kemal,bunun üzerine:
“Hiç olur mu arkadaşlar?
Bu şekli kabul edemem.
Aramızda kongremize başkanlık yapmak isteyen başka değerli arkadaşlarımız da olabilir.
Örneğin Fevzi Paşa var.
Ben de Fevzi Paşa’yı öneriyorum.” der.
Sandık konulur.
Adaylardan birisi, Mustafa Kemal’in önerdiği Fevzi Çakmak’tır.
Bir de, delegelerce Mustafa Kemal, aday olarak yazılır.
Sandık açılır.
Mustafa Kemal, Sivas Kongresi başkanıdır.”
Umarım ve dilerim, bugün hem örnek, hem de ibret alınır!
Ülkenin, Cumhuriyetin ve demokrasinin bugünü ve geleceği, hiç şüphesiz ki
en büyük endişe kaynağımızdır.
Siyasal, ekonomik ve toplumsal olarak gelinen endişe verici durum, tartışmasızdır.
Bu durum karşısında, Cumhuriyeti ve demokrasiyi yine ulusun, halkın azim ve kararı kurtaracak ve kazanacaktır.
Kendi içinde haklılıkları da bulunabilecek olan çeşitli siyasal, toplumsal, sınıfsal, örgütsel, yönetimsel, hatta kişisel itirazlar, karşı çıkışlar ve kabul edilemezlikler gibi nedenlerin varlığı gerçek
ve anlaşılabilir olsa da;
Mevcut durumun ve somut koşulların gerçekçi tahlili yapıldığında;
Bugün, Cumhuriyetin ve demokrasinin yeniden kazanılması yolunda en büyük, en güçlü ve en gerçekçi siyasi yapı, en geniş gövde, her şeye karşın yine de;
Türkiye Cumhuriyeti’nin ve demokrasinin kurucusu olan Cumhuriyet Halk Partisi’dir.
Görev, her ne koşulda olursa olsun; laik demokratik Atatürk Cumhuriyeti’ni, özgürlükçü demokrasiyi ve hukuk devletini yeniden inşa etmek adına, Cumhuriyet Halk Partisi’nde yer alıp, ona güç katmaktır.
İlk seçimlerde, ülkenin
bu iktidardan mutlaka kurtulması için, başka
bir seçenek de bulunmamaktadır.
Öncelikle bu gerçeğin altı çizilmelidir.
Ancak bu gerçek karşısında doğru, etkili ve sonuç alıcı siyasi önderlik sorumluluğu da, yukarıdan aşağıya görev başında bulunanlarındır. Yani yetki kimlerdeyse, sorumluluk da oradadır.
Hem kendi tabanına
hem de topluma karşı sorumlulukları vardır.
Cumhuriyet’in en kritik bir dönemecindeyken, hele çok önemli bir seçim de varken, durum ve görev ortadayken, peki sorun nerededir?
Bu kadar çok ağır koşullar karşısında, halkçı-toplumcu bir siyasi yapıda, yukarıdan aşağıya ve de aşağıdan yukarıya her kademe için “şahsi hedefler, ne yazık ki partinin ortak siyasi hedeflerinin önüne geçmiş” görünmemelidir.
Her türlü yol ve yöntemin adeta “mubah” sayıldığı kıran kırana “ölümüne” bir rekabet yürütülmemelidir.
Demokratik ilkeler ve süreçler işletilerek, rekabetin demokratik karakteri kaybedilmemelidir.
Öyle olunca da çıkan sonuçlar, kaybedenlerce hazmedilmemektedir.
Bunun sonucunda da ilçelerde ve illerde örgütler sanki tek kanatlı ve tek ayak üzerinde gibidir.
Böyle olunca örgütsel büyüme, gelişme ve genişleme gerçekleşememektedir.
Halkı, toplumu etkileme gücünü de yitirmektedir.
Örgüt denilen yapı ise sadece, kendini çeviren bir siyasi bürokrasiye ve şahısların otomatik olarak bir sonraki şahsi hedefini gerçekleştirme mekanizmasına dönüşmektedir veya
öyle görülmektedir.
Bu durum, örgütsel bütünlüğü ve dayanışmayı kafadan yok etmektedir.
Örgütsel kademelere, orayı ele geçirmek maksatlı değil, yönetmek amaçlı gelinmelidir.
Tersi olunca, kaybedenler kazananlara “ne haliniz varsa görün” derken; kazananlar da kaybedenler için adeta “gözüm görmesin sizi” demektedir!
Artık mevcut iktidar siyasal, toplumsal olarak ömrünün sonbaharındayken, yine de olağan bir öngörülebilirlik içinde değildir.
Ülke ve toplum da fakru zaruret içindeyken, bu durum karşısında yapı, tepeden tırnağa halkçılaşmalıdır.
Laikliği savunmayı, daha sonraya bırakmamalıdır.
Doğal müttefiki olan milyonları, halkçı-toplumcu siyasetle kucaklamalıdır.
Parti ve örgütsel süreçler, başından sonuna kadar demokratik ve adaletli işletilmelidir.
Süreçler demokratik ve adaletli olursa; yarışlar nitelikli, kazançlı olur.
Sonuçları da vicdanlarda kabul bulur.
Hakim sağ siyaset gücünü, “din-inanç, milliyetçilik istismarı”ndan ve de yarattığı sermayeden ve sömürüden alır.
Halkçı-toplumcu siyasetin ise en büyük gücü “dayanışma”dır.
“Dayanışma” da, halkçı-toplumcu siyasetin suyu, toprağı, havası, gıdasıdır.
Aynı zamanda da, siyasal mücadeledeki en güçlü motivasyon kaynağıdır.
Ne yapıp edip, “dayanışma” mutlaka diri tutulmalıdır.
Dayanışmanın gerçekleşmesi ise ancak ve ancak, örgütsel yapıdaki yani içerideki demokrasiye bağlıdır.
Yani “iç demokrasi” kaçınılmazdır.
İçeride demokrasi işletilmiyorsa eğer “dayanışma” havada kalır.
İçeride demokrasi yoksa; orada iç yarışlar, demokratik yarış olmaktan çıkar; birileriyle birilerinin kıyasıya rekabeti halini alır.
Bunun sonucunda da ağır kayıplarla, ağır hasar ve zayiatla çıkılır.
Nitelikli unsurlar giderek soğur ve yabancılaşır.
Sadece iç rekabete endeksli bir kısır döngüye kapılınıp, yerinde sayılır.
Orada her şey artık şeklen yapılır.
Geride ise sadece iflah olmaz husumetler ve kuyruk acıları kalır.
Kaybedenler dışlanır; kazananlar da her şeyi kontrolüne almış sayarak “burası benden sorulur” havasında kalır.
Toplam gücü harekete geçiremez; çünkü bir yarısı dışarıdadır.
Bu kronik bir hastalıktır; farkına varılmalıdır.
Bugünlerin yarınları vardır!
Şimdi isteyen istediğini alır; alacağı kalmayınca iş, yine sağlıklı, fedakar unsurlara kalır; ancak bu kez gerilerden başlanır.
Yapıda yabancılaşma bir kere başladı mı, bundan kaygı duyulmalıdır.
Maliyeti oldukça ağırdır.
Telafisi ise imkansıza yakındır.
Bu yazıyla maksat, farkındalık yaratmaktır.
Halkçı-toplumcu ve demokratik vicdana “farz”dır.
Çağdaş, laik, demokratik Cumhuriyetin, hürriyetin
ve adaletin kazanılması yolunda, önümüzdeki ilk seçimlerin, “toplam gücü” harekete geçirecek olan “mutlak dayanışma” ile başarılacağına, asla
kuşku yoktur.