Bir insanın gelişmişlik ölçüsünde en önemli unsur yaşamında zamanı kullanma yada daha doğru ifadeyle zamanı yönetme iradesidir. Batı insanı ile doğu insanı arasında ki en önemli fark yada ayrıcalık budur. Doğu uygarlığının insanlarına baktığımız da en hovardaca kullanılan zamandır. Zaman sanki hiç bitip tükenmeyecek bir zenginlik olarak görülür ve sürekli bir erteleme isteği ile adeta zamanla kavga edilir. Bu kavganın içinde her şey vardır ama olması gereken verimlilik yoktur. Bir insan yaptığı bir çalışma da ya da üretim de ya da uygulama da zamanı dikkate almıyorsa bilin ki orada duygular çok öndedir. Duyguların önde olması olayın insancıl yönünün çok ön plana alındığına işaret değildir. Burada önemli olan diğer insanlar üzerinde bırakılan izlenimlerdir.
Doğu uygarlığının insanları ortaçağın kültüründen halen kurtulabilmiş değildir. İhtişam ve büyüklük kavramı halen yerini açık ara önde tamamlıyorsa emeğin üzerinden bir tanımlama yapmanız çok zordur. Hele ki emeğin üstüne bilinçli aklı düşünmeniz hiç mümkün değildir.
29 Ekim 1923 de Cumhuriyet devleti kurulduğunda bu devletin en büyük başarısı gökyüzüne yada sokağına evinde ki kafesli pencereden olmak şartıyla kafesin arkasından bakan, bakmak zorunda kalan kadına koca bir yaşamı yaşamak artık senin elindedir noktasında özgürlüğünü kademeli bir şekilde vermesidir. Oysa daha birkaç ay önce o dönem ki parlamento da nüfus sayımı için alınacak karar da “insan” kelimesine itiraz edilmiş ve “insan”ı kabul edersek kadını da saymak zorunda kalırız diyenler olmuştu. Ve bu diyenler çoğunluktaydı. Önerge geri çekildi. Kadına insan gözüyle bakmayanların çoğunlukta olduğu bir toplum yapısından 95 yılda bugünlere gelmek çok büyük başarıdır. Atatürk isteseydi o günler de bunu iki satırlık bir yazıyla hemen ve daha sert yapardı. Yapmadı. Çünkü toplum hazır değildi. İstanbul da yaşayan ve öncü konumunda çok yiğit kadınlar vardı. Var olmak bir şey ifade etmiyordu. İfade eden, toplumda karşılığını bulan toplumun geleneklerine olan düşkünlüğüydü.
Bu toplumun çok eksiği vardı. Önemli olan devrimin yapılması değil devrim adına koşturacakların toplum içinde var olabilmesini teşvik edebilecek bir ortamı sağlayabilmek ve dışlanmadan öncü rollerini üstlenmelerini güvence altına almaktı.
1925 yılında parlamentoya Medeni Kanunu sunulduğunda kıyametler kopmasın diye o günkü eşrafa kadından daha çok sevdiği mal verildi. 11 ay sonra Medeni Kanun kabul edildiğinde işin özü var gibi görülen zenginlikler yok gibiydi. Yani kadın lehine var olan, getirilen yenilikler kurulan aile birliğinde “ailenin reisi erkektir” cümlesiyle adeta yok konumuna getiriliyordu. Atatürk’ün en önemli özelliği risk faktöründe ki bilinmezlikleri matematiksel denklem içinde çözebilmesiydi. Türk insanının Araplaşmayan yapısına güveniyordu. O kanun da getirilen en büyük yenilik kanun önünde boşanmaydı. Bunun getirisine güveniyordu. Uygulama da Türk kadını ne babasını ne de kocasını üzmeden bu sorunu çözdü. Elbette bu süreçte nice yaşanmayan hayatlar oldu ve yine üzülen, yaşamdan erken kopan hayatlar da oldu. Ancak gelinen noktada Türk kadını kendi devrimini bir şekilde tamamlama noktasına geldi. Bu önemliydi. Üçlü koalisyon döneminde devrimin eksik halkası sökülüp atıldı ve aile erkek ve kadının sorumluluğunda kurulan bir yapıdır, denilerek gerekli düzeltme yapıldı. Eğer bu yapılmasaydı, bu süreç daha da ağır geçebilirdi.
Düğün kelimesini yazıncaya kadar yazdıklarım için kel alaka diye düşünenler olabilir. Olsun önemli değil… Aile birliği adına gerçekleşen düğünün genel konumuna baktığımız da düğün de kadının istek ve taleplerinin çok etkin olduğu görülecektir. Bu etkinlik daha sonra evin içinde de devam ediyordu. Ailenin bütün bireylerinin derlenmesi, toplanması ve ileriye doğru bir adım atılmasında evin içinde ki kadının payı çok büyüktü. Kadın bir yandan evin işlerinden görünmeyen müthiş bir ekonomi yaratırken bir yandan da çocuklarının hayatında belirleyici oluyordu. Koca da bu hengame de karısının yanında yer almayı içine sindirmese bile toplum baskısı nedeniyle kabul ediyor ve elinden gelen desteği veriyordu. Kadının annelik içgüdüsü ve emeği ve inadı hem erkeği hem gelenekleri yeniyordu. Türk toplumunu ve insanını çözmek keşke kolay olsaydı. Türk kadının annelik iç güdüsü o derece yoğun ki bu yoğunluk dayanağı düğünden alıyor gibi geliyor bana… Düğün dediğiniz olay öylesine karmaşık bir yapı ki bunu bir erkeğin anlaması kolay olay değil… Kadının en büyük zaferi, kazandığını içinde bulunduğu topluma kabul ettirdiğini ve eğlencenin içinde ekonomik işbirliğini, dayanışmayı, aile bütünlüğünü sağlama ve kabul ettirmesini, gücünü göstermesi yanında en önemlisi öyle büyük bir ekonomik pazar alanı yaratmanın merkezinde olmasıdır. Dün ve bugün de böyledir.
Dün düğün etrafında oluşan ekonomik halkalar, kadın için önemli birer dayanak halkasıyken bugün teknolojinin getirdiği hızlanma nedeniyle toplumun zamanı yönetme noktası açışından düğünler kurulacak aile birliklerinin ve toplumun yenilenme süreçlerinin önünde önemli bir engeldir.
Dün aile birliğinde sofra düzeni önemliydi. Aile gün içinde sofra da mutlaka bir araya geliyordu. Gün birlikte aynı yatakta bitiyor ve güne sabah uyanarak merhaba deniyordu. Oysa şimdi dünya bir köy oldu. Gün içinde ülkeler aşılıyor. Zamanı yönetmek o kadar önemli hale geldi ki… Evlilik yaşı giderek yükseliyor. Evlilik giderek gözden düşüyor. Teknoloji evin içinde kadının üreteceği her şeyi üreterek adeta aile birliğini yıkmak adına her şeyi yapıyor. Cinselliği de porno kültürüyle aşmaya çalışıyor. Üremeyi de kadına güvence vererek çözmeye çalışıyor, gelişmiş ülkeler… İnsan yaşamı hızlandıkça kendini yeni döneme ayarlamayan ilişkiler hızla çözülüyor. Çözülen ilişki ağı içinde dün evin içinde aile birliğinde güvence olan çocuk, bugün için o güvence den yoksun kaldığı gibi varlığı için evliliğin sürdürülmesi noktasında bir baskı unsuru da olamıyor. Kadın sosyal hayatın içinde her haliyle var olmak istiyor. Erkek bu istek karşısında gerekli zıplamayı yapamadığı için giderek toplum dışına itildiğini düşünüyor. Erkeğin bu haline çözüm bulunamazsa gelecek günler vahşet adına daha da acı verici olayları önümüze koyacaktır.
Yaz ayları aileler için bu anlamda yük ödeme ve yine zamanı boşa harcama günlerine dönüşmüş olması günümüzde kabul edilecek bir durum değildir. Oysa gelişmiş ülkeler de önden resmi bir nikah ve akşamına da aile ve çok yakın çevreyle keyif ve eğlenceyle yenilen bir yemek ile olay çözülmüştür. Ne zamandan çalma vardır, ne de zamanı boşa harcama… Ülkemiz daraldıkça ihtişamın bu kadar artması ve kaynakların tüketime dönük olarak kullanılması ne kadar doğrudur, onu da zaman içinde hep birlikte öğreneceğiz..
Düğün olayına daha makul ve daha az insanı yoran ve içine artık imece usulü borçlanma faktörlerini koymayan alışkanlıkları değil yenilikleri ön planda tutan ve zamanı çok verimli kullanan bir sürece dönüştürmek zorundayız.
Düğün olayını çözmek demek yeni evlenecek gençlerin hayatında daha az yer almak demek olduğunu büyükler içine sindirmek zorundadır. Ölüm yaşı yükseldikçe çocukların yaşamları da daralmaktadır. Bunu da görmek gerekiyor. Çocuk büyükler için bir güvence değildir. O güvenceyi artık devletin ilgili birimleri daha yüksek seviyeden vermek zorundadır. Ekonomisi üretim üzerine kurulu devletlerin var olacağı, tüketim üzerinden ekonomi yaratan devletlerin de işinin zor olacağını görmek zorundayız.
Geleneklerimizi gözden geçirmek ve zamanı verimli yönetmek zorundayız. Aile birliğinde emeğin ve bilincin ne kadar önemli olduğunu da görmek zorundayız. Alışkanlıklarımızın bireylerimizi ve toplumu boğma noktasına gelmesine seyirci kalmamalıyız. Günümüzde düğün gibi organizasyonların sosyalleşme için yeterli olmadığını görmek zorundayız. Sosyalleşmeyi çalışma saatleri dışında arttırmanın önünü açmalıyız. Evin içinden dış dünyaya açılmalı ve bu mekanların ayakta kalmasını sağlamalıyız. Misafir ağırlama gibi olayları daha sadelik içinde sosyal yaşamın içinde yapmaya gayret etmeliyiz. Yaşamımızın her anını zenginleşerek yaşamaya büyük önem vermeliyiz. Dedikodu ile zamanı ve kendimizi öldürmeye izin vermemeliyiz. Yaşam çok hızlı akarken bizlerin durması felaketimiz olur… Unutmamalıyız ki her hareketin içinde ekonomi ve emeği düşünmek zorundayız. Çünkü yaşam ucuzluğun içinden çıkarak paranın yarattığı bir hengameye dönüşürken bizler evimizde kalarak bu felaketten kendimizi kurtaramayız. O para denen illeti yenmek zorundayız. Yenemezsek yenileceğimizi ve yaşamımızı yok edeceğimizi bilelim… Daha fazla sosyalleşmek zorundayız. Bunun içinde yaşamımızı daha basit ve masrafsız yaşamaya çalışmalıyız. İhtişam gibi, saltanat gibi, şatafat gibi kavramları yaşamımızın her anından ve alanından çıkarmalıyız. Yaşamımızı başkalarına karşı yapacağımız gösterişler için değil kendimiz için yaşamayı alışkanlık haline getirmeliyiz. Başarabilirsek çok şeyin kendiliğinden çözüldüğünü göreceğiz.
Zamanı yavaşlatmak elimizde ancak biz yavaşlattık diye yanı başımızda yer alanlar da yavaşlatacak diye bir kural yok. Bunun dozu çok önemli.. Beceremezsek becerileceğimizi bilmeliyiz…
Sevgi ve saygılarımla…