Anacığım, kalksan da bir görsen yalan söyleyenleri.. Çocuk yalanlarımızı öperdin.
Sen gittiğinden bu yana memleketin havasının rengi değişti.
Hani sen derdin ya ; babama seslenip,
-Hayatım bugün Kaz Dağları mor bakıyor. Yağmur var. Bereketiyle gelsin.
Bereketli olsun. Toprak doysun, toprağa dikilenler bizi doyursun, helalinden.
Annem sanki , kitaptan bir bölüm okur gibi konuşurdu.
Seni bu köşe lafların aklımda dolanır durur, sen gideli daha bir sık dolanırlar aklımın ortasında, dilimin ucunda!.
Neler mi dolanıyor ?
Belki beni duyar da gülümsersin diye , yeri geldiğinde hepsini tek tek yazacağım. Torunlarına ve evlatlarına anımsatmak babından.
Anacığım , mavi gözlü göçmen kızı, sarı saçlarının dalgasına vurulduğum , endamlı güzelim.
Geçenlerde , kardeşim Zeki ve Füsun ile Naipli köyüne gittik. Okulun önünde fırının yanında durduk. Birileri ekmek yapıyordu. 50 yılı aşan bir zamanı harcadığımızı , Naipli’ye gidince daha bir farkına vardım. Annem, ne zaman geçti bu kadar zaman ? Kocaman diye aklımda kalan sokaklar meğer ne kadar küçükmüş. Okulun önündeki su çektiğimiz kuyunun üstü kapatılmış, önüne bir çeşme yapılmış. Fırın aynı yerinde duruyor.
Fırın önündekilerle merhabalaşıyoruz. Kendimizi tanıtıyoruz. İnsanların yüzündeki gülümsemeyi görünce , sıcacık bir hava yayılıyor Naipli sokaklarına. Senin doğumunu yaptırdığın çocuklar şimdi birer nine , dede olmuşlar. Babamın okuttuğu öğrencileri babamdan anılarla bizi çocukluğumuzun en şıngırdaklı günlerine götürüyorlar.
Neden mi şıngırdaklı ?
Anlatayım cancağızım.
NAİPLİ KÖYÜ İLKOKULU Mehmet Hayati KÖSELEY arşivi. ( 1955 yılı )
Babam öğrencilerini tıraş etmek için , el makinası aldığında , bu saç kırkma makinası şıngırdaklı der, öğrencilerini tıraş edermiş.
Ben anımsıyorum, babam öğrencileri okulun önünde tıraş ederdi.
Kuş Alilerin Gülsüm abla söyledi.
Şimdi sana bir anını anlatayım da , çurfallık ( dokuma tezgahı ) dediğimizin ne olduğunu yeni yetme torunların da öğrensin.
” Gülsüm abla ,yeni evlenmiş, evin sadece bir odasında kilim var. Diğerinde hasır. Sen gelmişsin evine. Anlamışsın yoksulluğunu. Onu incitmeden ;
-Kız Gülsüm , çapıt kilim dokusak ya. Ben de öğreneyim, evime dokurum. Gülsüm abla gülmüş.
-Lütfiye abla, sen çapıtları getir, ben dokurum. Anneannemin , teyzelerimin ve bizim evin küçülmüş giysileri, eski kumaşlar ne varsa alıp gelmişsin Gülsüm ablaya.
Bu arada ben hatırladım, şeritler halinde kumaşları kestiğimizi. Ve onları yumak yapıp top gibi oynadığımızı.
Çurfalık kurulur, atkı ve çözgü ipleri takılır, başlanır kilimler dokunmaya..
Kilimler dokundukça Gülsüm abla keyiflenir. Sıra gelir kilimlerin dikilmesine. Sen , önce senin kilimi dikeceğiz Gülsüm dersin. Gülsüm başlar ağlamaya. Sana sarılır.. Birlikte sevincin göz yaşını dökersiniz, 50 yıl sonra bacakları üzerinde zor duran Gülsüm abla, fırın önünde senin o güzel insanlığının mutluluğunu bir kez daha yaşadı..
Kilimler dokunur, dikilir, evlere serilir..
Annem bu güzelliğin ortasında , şenlenir.”
Annem;
Geride bıraktığın , şimdilerde çok az kişinin kullandığı o kilimlerin , kardeşlerimin ve benim evimizin bir yerinde duruyor. Bendeki belkide senin entarilerindendir , renkleri solsa bile anılar her ilmeğinde duruyor..
Gülsüm ablaya veda ederken, kızkardeşim Füsun şöyle dedi.
Abla , Gülsüm ablayı bir daha göremeyiz belki..
Ben de yeniden görüşmek, çocukluğumuzun o coşku ve saflık kokan anılarını anmak,yeniden yaşamak umudunu taşıyorum.. Çal tepesinde uçurduğumuz uçurtmalar , babamın bizlere yaptığı kargılı uçurtmaların özgürlüğünün içimiZdeki coşkusunu yeniden yaşar mıyım ki ? Çal tepesindeki kayaların üzerindeki yosunlardan yaptığımız kınaları anımsadık Bahriye ile. Anadolu yaşıyordu, güzellikleriyle..
Sınıf arkadaşım Bahriye’nin eşi söyledi.
Baban, Hayati öğretmeni bu köyde en çok şeytan Ramazan severdi. Ramazan’ın oğlu olunca adını Hayati koydu. Ramazan amcanın lakabı ona hiç uymazdı. Köy korucusuydu. Her hanenin hayvanı, malı mülkü ona emanetti. Naipli/de anımsadığım muhtar Gabak Ayan, Guşali, Tekkanat, Terzi Sebile nine, evinde oturduğumuz Medine nine,bizde çok emeği olan, Hatice Kandemir ninemiz. Köyde ona, kürt kızı derlerdi. Mavi gözlü , ufak tefek, şirin mi şirin ninemizdi. İsmail Kandemir dedemiz, bizi torunları yerine koyan güzel insanlar. Kocası Çanakkale savaşında bacağına yediği mermiler yüzünden aksayarak, bastonla yürürdü. Erkek kardeşim Zeki için ” bu vali olsun ” , ‘ Vali bey ‘ diye takılırdı. hepsi Naipli Köyünde çocukluğumuzun dostları, anılarda yaşayanlar.
Sebile nine ile ilgili bir anı da benden olsun.
” Kurban Bayramı geldi diye, güzel bir elbise alır anacığım. Babam o sırada askerliğini yapıyor. Erzurum / Tafta’da Asteğmen rütbesiyle, Batarya Komutanı olarak. Bizler Medine Ninenin evinde kiracıyız. Arkadaşlarım , yerel deyişle
” Dakım ” denilen şalvar – göynek giyerlerdi. Üstünde yelek. Ben bayram sabahı elbisemi giymek istemedim. Ben de dakım istiyorum dedim. Tutturdum, illaki dakım olacak. Annem, ağlamama dayanamadı, elime bir kumaş verdi, soluğu Sebile Nine’de aldım. Nineee, bana dakım dikilecek.
-A gızım zera, şimdi et doğruyoz, akşama dikelim. Başladım ağlamaya.. Sebile nine ellerini yıkadı, öğlene benim dakım giyildi. Başıma bir de yazma verdiler.. Sebile nineyi nasıl unuturum. Hayalim gerçek olmuştu.”
Babam erkek kardeşlerim Raif ve Zeki için şayak kumaştan kilot pantul – yelek denen takım diktirmişti.
Köy Enstitüsü mezunu babamız ve ebe olan annemiz bizleri yaşadığımız toplumun değerleri ve kültürü ile yoğurdular. Türk kültürünün değerleri , bugün insanlığın ulaşmaya çalıştığının çok ötesinde , yardımlaşma ve saygı ile yaşamasıdır. O günlerden içimde kalanların , Anadolu kadının muhteşem giysisi şalvarım, emekliliğimden bu yana benimle birlikte, allı yeşilli yazmalarımla , renklerin dansı , en kıymetlisi. Anadolu’nun o muhteşem kendine özgü Türk kültürü.. Yazmalardaki , coşku, hasret, doğanın çiçekleri,emek ile üretilen ürünlerimiz, ayrılıkları , sevdaları anlatan oyaları. Evli ve bekar kadınların medeni durumunu belirten oyalar. Nakış nakış işlenen , kanaviçeler. Şimdilerde en kıymetli el emeği göz nuru desenlerin yeniden hayatımıza girmesi. Sandıklardan çıkan kanaviçenin Naipli köyündeki öyküsünü kısaca anımsatayım. Annem , Naipli kızlarına çeyizlerine koysunlar diye ” kanaviçe ” işlemeyi öğretir. Okula gelen genç kızlara kurs verir. Çeyizler, allı , yeşilli çiçeklerle baharı geleceğe taşırlar. Annemin bıraktığı izlerden biri de kanaviçelerin 50 yıl sonra bile Naipli köyünde yaşıyor..
Biz çocuklar her akşam Yalı Kahve meydanında oyuna doyamazdık. Erkekler ” aşık ” oynardı. Biz kızlar ” mollik ” diğer adı ile ” dokuz taş ” ” seksek ” olmazsa olmaz oyunumuzdu. Okulun bahçesine babam kireçle seksek oyunu çizgileri çizmişti.
Aşık oyunu ; koyun , keçi gibi hayvanların aşık kemiği boyanarak düğmesine oynanırdı. Bir daire çizilir, aşıklar ortaya atılır, en yakın olanlar birbirleri ile yarışırdı. Oyunda tam bir demokrasi vardı. Çenttirmek isteyen aşık sahibine sorardı.
Çenteyim mi ? Aşığını kaybetmek istemeyen , yok , çenttirmem derse, oyun yeniden kurulurdu.
Kardeşlerim Raif ve Zeki için babam, Balıkesir Halinin girişindeki Kasap Rasim amcadan aşık alırdı. O aşıklar güzelce , temizlenir ve boyanırdı. Kopya kalem denilen , kalemin ucu ıslatılır, aşıkların üzerine sürülürdü. Mor renkte aşıklar kardeşlerimin eğlencesinin rengi..
Bir anı da babamdan olsun. Babam kendisine çok güzel kışlık kaşmir bir palto almıştı. Bir sabah okula giderken giyecek, bakar , paltonun tek bir düğmesi yok. Babam , anneme sorar; paltomun düğmeleri yok , ne oldu bunlara ?
Annem , hemen kardeşim Ahmet Raif’e sorar, oğlum n’oldu babanın paltosunun düğmelerine ?
Kardeşim , itiraf eder, o düğmeleri ben kestim, aşık oyununda kaybettim !. Çocuklarda duruyor. Ertesi günü okula gelen çocuklar, ellerinde düğmeleri öğretmenlerine, babama teslim ederler. Babamın gülmekten anlatamadığı anılarımızdan biridir. O dönemde , elbiseler, terziler tarafından ters – yüz edilirdi. Babacığım , epeyce para ödeyerek ve özenerek aldığı paltosunun düğmelerini nasıl aramasın..
Naipli düğünlerinde erkeklerin oynadığı ” ağır hava ” oyunu hala aklımda. Yalı Kahve denilen yerde yapılan düğünlerin coşkusunu , Keşkek yemeğini nasıl unuturum. Düğünlerde gelinleri annem süslerdi.Gelinler saçlarına tel takarlardı. Gelinlikler pullu denilen kırmızı , pembe kumaş üzerine sırma ile işlenen motiflerle kaplıydı. Genç delikanlılar şapkalarının kenarına ” perçem ” denilen mis kokulu çiçek takarlardı. Düğünün ertesi günü geline gidilirdi. Duvak sabahı denilen bu gelenekte , büyük küçük herkesin elini gelin öper, ve çeyizinden bir armağan verirdi. Çocuklara ,oyalı para kesesi, genç kızlara yazma, erkeklere mendil.
Annem , bizler büyüdükçe emeğinin karşılığını görürken mutluydu. Öylesine , sıradan bir konuşmanın arasına o köşe lafını yerleştirir, biz kardeşler dersimizi alırdık. Biraz kaytardığımızda, çaresizliği yaşamayalım diye lafını ortaya söyler, biz dersimizi ezberlerdik.
-Ekmek al yanına, güvenme dayına !..
İkinci Dünya savaşında geçen çocukluğunun ekonomisini yaşadığını hayatı boyunca unutmadılar, ne annem ne de babam. Savurganlıktan hiç hoşlanmayan yapısının , bende bıraktığı izin önemini yıllar sonra yaşayarak öğrendim. Ve hep yanıma ekmeğimi aldım.” Aç kalıp muhtaç olma ” ilkesini keşke ülkemiz de başarabilseydi. Şimdilerde durumumuz böyle mi olurdu ? Annem o tanzim çadırlarını göreydi, çok üzülürdü. Ekilmeyen bir toprağın kaybolduğunu babamdan, tarım dersimizden biliyorum. Üretmeden , elin vereceği para ile ancak bu kadar olur. Elimizde kalan ne var şimdi ? Hangi fabrika bizim ? Cumhuriyetin kazanımlarına n’oldu ? Savaştan çıkan yeni Türkiye Cumhuriyeti , Atatürk’üm ile 15 yılda onlarca fabrika kurar. Narenciye vererek kurulan fabrikalarımızı neden sattık ki ?
Üretimimiz sürseydi, elin gavuruna neden muhtaç olalımdı ?
Yoksulluğun ve salgın hastalıkların kol gezdiği savaş yorgunu ülkeden, emperyalizmin ağa – babalarına meydan okuyarak , Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk’üm sana ve şehitlerimize olan ahde vefanın son zamanlarda yeniden , canlandığını görmek umutları yeşertiyor.
Ağır ve uzun geçen kıştan sonra Kaz Dağlarına bahar geldi. Yazın gelmesine çok az kaldı. Umudum odur ki , Körfez’de bu yaz her şey çok güzel olacak.