Doğal çevreyi ve doğanın güzelliğini, nasıl yok edebiliriz? Bu sorunun yanıtı, mevcut iktidar tarafından önümüze getirilen her bir projede daha da akıl almaz hale geliyor. Yaklaşık 3 yıldır konuşulan Çeşme projesi de bunun en can alıcı örneği. Çoğumuz Kanal İstanbul’u çılgın proje olarak biliyor ve buna karşı çıkarken, bu projeye de aynı kararlılıkla hayır demeliyiz. Peki, neden?
Neden, bu projede sadece Çeşme ve İzmir’i değil bütün hepimizin meselesi olmak zorunda? Bütün bunları ve çok daha fazlasını sevgili Murat Fatih Ülkü ile konuştuk. Hukuk alanındaki bilgisini ve yeteneğini doğanın, yaşamın ve geleceğin hizmetine sunan değerli avukatımız Ülkü’yü, Çeşme projesini durdurmak adına yürütmüş olduğu çalışmalardan dolayı kutluyorum. Kendisinin doğa sevgisinden etkilenmemek mümkün değil. Konuya dair tüyler ürpertici bilgileri sunarken; talan edilmek istenen bölgenin güzelliğini anlatışından vicdanı olan öylesine derinden etkilenir ki…
Umarım, bizler de en az kendisi kadar durmak nedir bilmeyen vahşi kapitalizmin bir dayatması olan Çeşme projesine hayır diyebilmek adına mücadele edebiliriz. Bu dileyişimin ardından; siz sevgili okurlarımı, değerli hukukçumuz Murat Fatih Ülkü’nün, Çeşme projesi ve asıl buna benzer projeler neden bizleri tehdit ediyor bunun yanıtını bütün gerçekliğiyle gözler önüne seren, tarihi gerçekliğe dayanan ve bizlere de rehber olan açıklamasıyla bırakıyorum. Kendisine de sizlerin huzurunda çok ama çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız.
Çeşme Turizm Projesi, hangi yönleriyle bir talan projesine dönüştürülmek isteniyor?
Biliyorsunuz; Soğuk Savaş’ın bitmesi, Sosyalist bloğun çökmesi sonrası, “küreselleşme” adı altında kapitalizmin farklı bir evresine geçildi. Çok boyutlu irdelenmesi gereken bu evrede; gelişmiş ülkeler başta olmak üzere tüm dünyada, birey konfora yönelik bir yaşam biçimine sıkıştırılıp, müşteriye çevrildi. Ne yazık ki epey de başarılı olundu.
Ülkemize yansımaları 1980 darbesi ile başladı. Gittikçe yoğunlaşarak günümüzde de devam eden bu süreçte, sürece büyük bir istekle eklemlenen siyasal İslamcı gelenek; kamucu politikalar, işlevsel ve planlı kalkınma, sosyal adalet, hakça bölüşüm gibi tüm kavramları dışarıda bırakan, ülkemizi kontrolsüz, vahşi bir piyasa ekonomisi ve kapitalizmin dayatıldığı bir yaklaşıma teslim etti.
Bugün muhalefette gezinen bazı AKP eskilerinin etkin oldukları ve nedense pek bir övündükleri dönemde; üretimden uzak, finans oyunları ve siyasal İslam geleneğinin en iyi anladığı betonlaşma yaklaşımıyla, sisli ve yapay büyüme görüntüsünün arkasına saklanarak ekonomide mucize yaratıldığı iddia edilirken, aslında bugün yaşanan yıkım derecesindeki ekonomik krizin yolunun taşları döşeniyordu.
Aslında öncelikle, bugün birçok yerde dillere pelesenk olan “AKP’nin özellikle ilk on yılında özgürlükçü bir yaklaşımı vardı, ekonomi de iyi yönetiliyordu” biçimindeki dayanaksız ve ezbere söylemi ortadan kaldırmak gerek.
Yukarıda söylediğimiz, sisli ve sahte büyüme rakamlarının arkasında; “altyapı yatırımı,” “proje” gibi süslü söylemler ile kamuoyunun ikna edilmeye çalışıldığı, AKP’nin betonlaşma politikasının yansımaları yaşanıyordu. Kamu eliyle yapılması gereken gerekliliği de tartışmalı projeler, kamu özel işbirliği (KÖİ) adı altında yandaş sermayeye yaptırılarak, toplumun sırtına ağır bir borç yükü bindiriliyor. İnşaat sektörünün kısa vadede getirdiği hareketlilikten yararlanarak, bir süre sonra patlayacak bir sevimli balon yaratılıp, o balonu izlememiz isteniyordu.
İşte 3 yıla yakın bir süredir konuştuğumuz Çeşme projesi tam da böyle bir projedir. Yüz binlerce dönüm alanı kapsayacak biçimde, içinde aklınıza gelebilecek her türlü koruma alanını barındıran bir bölge, yine tatlı ve süslü kapitalist söylemler ile yapılaşmaya açılmak istenmekte.
Su fakiri bir bölgede golf sahaları yapmak gibi akla ziyan bölümler içeren, on binlerce yılda oluşmuş bir ekosistemi yok edebilecek, adı da sevimli olsun diye “turizm bölgesi ilanı” olarak konan Çeşme projesi, AKP’nin ve küreselleşmenin açıklamaya çalıştığımı özelliklerini bire bir taşımakta.
Bu proje için, son dönemdeki Çeşme ilçesinin popülerliğinden yararlanarak ve Çeşme ilçesinin bakir alanlarında önemli bir yapılaşma yaratarak, yine kısa vadeli inşaat sektörünün yaratacağı hareketlilik ile bir süre sonra patlayacak, üzerinde “zenginleşme”, “taşınmaz fiyatlarında artış” yazan sevimli bir balon yaratılıp kamuoyu ikna edilmeye çalışılıyor. Oysa, son 40 yıldır hep denenen, artık küresel ölçekte de tükenme noktasına gelen küresel kapitalizmin bu yansımasını İzmirliler olarak elimizin tersiyle itmemiz gerekir.
Dünden bugüne süre gelen dava sürecini anlatabilir misiniz? Buna karşı sizin tavrınız ne oldu?
İzmir’de birçok demokratik kitle örgütü ve oluşum, Çeşme projesine esas idari işlemleri yargı önüne taşıdı. Yapılan bilirkişi incelemesinde, uzman bilirkişiler ‘Çeşme projesinin; tarım ve orman alanları, doğal değerler, (flora, fauna, ekosistemler) su kaynakları ve kültürel miras üzerinde yaratacağı olumsuz etkileri göz önüne alındığında, kamu yararına uygun olmadığını” söylediler. Aslında rapor, işi temelinden çözmüş.
Çeşme projesi, dünyada turizm kavramının geldiği koruma amaçlı sürdürülebilir turizm anlayışına uygun değil. Rapor, turizmin sadece ulusal geliri arttırmaya, döviz darboğazını gidermeye, kalkınmaya yönelik yatak kapasitesini arttırmak odaklı bir anlayışa hapsedilemeyeceğini; bu anlayışın artık terk edilerek, ülkenin genel dinlence planlaması içinde gelecek kuşaklara aktarılabilir, doğal çevre ve kültürün zenginliğini yansıtan, değerleri koruyan bir turizm anlayışının zorunlu olduğunu söylüyor. Artık kıyı ve doğal değeri olan alanlarda gelişme değil iyileştirme çabalarına giren İspanya örneğini veriyor. Oysa Çeşme projesi, ulusal geliri arttırmaya, döviz darboğazını gidermeye, kalkınmaya yönelik yatak kapasitesini arttırmak odaklı turizm anlayışına dayanıyor. O şık videolarla, fotoğraflarla ne kadar süslenirsin süslensin gerçek böyle.
Bu bilirkişi raporuna rağmen, Danıştay 6.Dairesi yürütmeyi durdurma talebini reddetti. İtirazımız sonrası ülkemizdeki idari yargıda en üst yargı birimi olan Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu (DİDDGK) yürütmenin durdurulmasına karar verdi. DİDDGK’nun bu kararına rağmen, Danıştay 6. Dairesi davanın esası ile ilgili “davanın reddine” karar verdi.
Şimdi itirazımız üzerine dosya yine DİDDGK’nun önünde. Sadece Yarımadalılar’ın, İzmirliler ’in değil, tüm Türkiye’nin izlediği bu davada; ülkemizdeki hukukun, yargının olduğu kadar, siyasetin, değişmeye başlayan rüzgârların ve ülkemiz geleceğinin de bir fotoğrafını çekeceğiz aslında.
Söz konusu projenin sadece Çeşme’yi değil bütün İzmir’in olumsuz yönde etkileyeceği su getirmez bir gerçek. Hayata geçtiği takdirde bölge hangi değerlerini kaybedecek?
Bu soruya yanıt verirken, yine bilirkişi raporundan yararlanabiliriz.
Sizi sıkmak pahasına bazı rakamlar vermek zorundayım. 16.000 hektardan, 160.000 dönümden, 160.000.000 m2’den büyük bir alanı kapsayan Çeşme projesi, Çeşme ilçesinin yüzölçümünün % 42’sini kapsıyor. Diğer 11 turizm merkezi de eklenince Çeşme ilçesinin yüzölçümünün 2/3’ü, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın denetimine giriyor. Bu yüzölçümünün, dünyadaki 30 bağımsız devletin toplam toprak büyüklerinden fazla. Malta Adası’nın yarısı büyüklüğünde olduğunu söylesem; umarım ne kadar büyük bir alanın turizm adı altında yapılaşmaya/yapılaşma baskısına açıldığını gözlerinizde canlandırabilirim.
Biraz da, Çeşme projesi sınırlar içinde kalan alanlara bakalım. Planlama mevzuatında teknik deyimle birinci derece yasal eşik olarak tanımlanan ve kesinlikle yapılaşma yasağı öngörülen alanlar olarak belirlenen alanlar Çeşme projesi kapsamındaki alanın % 65’ini oluşturuyor. Yani mutlak tarım alanları, sulama alanları, orman alanları, doğal koruma alanları (Milli Park, Tabiat Parkı vb.) birinci derece doğal sit alanları, birinci ve ikinci derece arkeolojik sit alanları, içme suyu barajı koruma havzaları, Ramsar alanı. Zaten üst ölçekli planlar 1/100.000’lik Çevre Düzeni Planı ve 1/25.000’lik Nazım İmar Planı’nda da Çeşme projesi içindeki bu alanların, hiçbir zaman yapılaşmaya açılamayacak olan alanlar olarak belirlendiğini görüyoruz.
Bu alanların, “çok farklı kamu kurum ve kuruluşlarının yetki alanından alınarak, bu alanlarla ilgili hiçbir uzmanlığı olmayan tek bir bakanlığa (Kültür ve Turizm Bakanlığı) –ve daha da kötüsü ardından özel işletmeciye- devredilmesi” sağlıklı, doyurucu, bilimsel hiçbir gerekçeye dayanmıyor. Tek gerekçe yine yatak kapasitesi odaklı turizm, “2023 turizm hedefimiz 65 milyar dolar, 75 milyon turist, ilave nitelikli 300.000 yatak kapasitesi”.
Rapor, 1990-2018 arasında yaptığı karşılaştırma ile yıllar geçtikçe Çeşme’de tarımsal alanların ve orman-yarı doğal alanların anlamlı bir şekilde azaldığını, buna karşın yapılaşma ve türevlerinin (yapay alanların) % 231 arttığını söylüyor. Zaten İzmir genelindeki yapılaşma oranının (% 5,6) iki katından fazla bir yapılaşma oranı (% 13,6) bulunan Çeşme’nin şimdi bu yoğunlukta bir yapılaşma baskısı yaratacak proje ile ne hale geleceğini görmek için uzman olmaya gerek yok.
Çeşme projesi, günlük en fazla 100.000 kişilik bir ek ek nüfus getireceğini iddia ediyor ki 2025 için nüfus tahmini 70.000 olan Çeşme için bu nüfus da olağanüstü fazla. Oysa rapor turizm sektörünün yaratacağı ek nüfusun en az 300.000 olacağını ve Çeşme’nin yaz aylarında 1.000.000’u çok fazlasıyla aşan bir nüfusla -bugünden baş edemediği- altyapı sorunlarının altından kalkamayacağını tüm gerçekliği ile gözler önüne seriyor.
Biraz daha rakam vereceğim. Umarım sıkılmazsınız. Çeşme projesi içinde 51.500 dönüm orman ve ağaçlandırma alanı, 3.160 dönüm arkeolojik sit alanı, 15.700 dönüm tarım arazisi (3.400 dönüm dikili tarım arazisi, 4.400 dönüm mutlak tarım arazisi, 7.900 dönüm marjinal tarım arazisi, 783 dönüm zeytinlik alanı, 6.000 dönüm mera, 21.570 dönüm nitelikli doğal koruma alanı, 14.320 dönüm sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanı barındırıyor. Yine Çeşme projesinin büyük bölümü, 63.050 dönümlük kısmı Çeşme ve bölgenin en önemli içme suyu kaynağı olan Kutlu Aktaş Barajı’nın koruma alanlarında kalıyor. Ildır yeraltı suyu kaynakları beslenme su havzaları da proje alanı içinde.
İnsan bu büyüklükteki doğal alanları söylerken, bazen bunları rakamdan, sayıdan ibaret sanıyor. Oysa unutmayalım; buralarda hala tilkiler, sansarlar, yaban domuzları geziyor. İnsan ayağının korkusunu iyi bilen; sincaplar, gelincikler ağaç dallarında saklanıyor. 600 yıl önce Börklüce ve adamlarının buralarda gezdiğini bilmek; onlardan kalan esintileri, çığlıkları, kanları, özlemleri, umutları saklayan bu toprakların 600 yıl sonra çok şık videolar fotoğraflar eşliğinde yapılaşmaya açılacak olması insanın kanını donduruyor.
Raporda okuyorsunuz; Çeşme’de tarım bundan 70 sene önceye kadar bağcılık üstüne kurulu, sonra bağlar sökülüyor. 1950’lerde tütün başlıyor, tütün bitiyor. 1980’lerde enginar ve kavun başlıyor. Ama ilçedeki su kaynaklarındaki yetersizlik nedeniyle diğer sebzelerin yetiştiriciliği yaygınlaşamıyor.
Özellikle 1980’lerden sonra yazlık furyası iyice çığırından çıkınca ve ne yazık ki bahçeli konutlarda iyi toprak istendiği için, bu yazlıklar verimli tarım alanlarına inşa ediliyor genelde. Yani, aslında son 40-50 yılda tarım yapılabilir arazileri, çayır-mera alanlarını, ormanları zaten indirdikçe indirmişiz Çeşme’de.
Şimdi son kalanları da tarımdan koparacak mıyız, soru budur. Bir de şu meşhur golf tesisleri var ya onlar için uygun toprak da, sadece tarımsal üretimi yapılan bölgelerde var.
Çeşme’de zeytin ağacı var, yaklaşık 250.000 ağaç. Peki, Çeşme’de delice denen ne kadar yabani zeytin ağacı var biliyor musunuz? 600.000. Bu yabani zeytinlikler ekonomik açıdan değerlendirilemez mi? Yabani zeytinden sıkılan zeytinyağını bir araştırmanızı öneririm. Bilirkişi raporu da, Çeşme projesi içindeki marjinal tarım arazilerinin zeytincilik açısından değerlendirilmesinin bölge ve ülke ekonomisi için yerinde olacağını söylüyor.
Rapor; bölgede; “kızılçam orman ekosistemi’’, “Akdeniz bodur çalı ekosistemi”, “kumul ekosistemi”, “sığ/geçici sulakalan/azmak ekosistemi”, “ekstansif tarım (zeytin vd.) ekosistemi” gibi farklı ekosistemlerin varlığı ve birbirleriyle ilişkileri yüksek düzeyde bir ekosistem (habitat çeşitliliği) sağlamış durumda olduğunu vurguluyor.
Çeşme projesinin %54, 62’sinin; nitelikli doğal koruma alanı yani kesinlikle yapılaşmaya açılamayacak alan olduğunun yeniden altını çizelim. Bölgede; 3 bitki, 6 memeli, 5 kuş, 1 sürüngen, 7 balık, 2 omurgasız toplam 24 canlının nesli küresel ölçekte tehlike altında.
Böyle teknik laflara biraz ara verip, birkaç örnek vermek iyi olacak; yani bölgede Akdeniz fokunun, karabatakların, yelkovan kuşlarının, kerkenezlerin, yılan balıklarının yaşam alanları tehlike altında. Karşıdan gelecek “parası ne kadarsa ödeyelim” sözünü biliyoruz, yanıtını şimdiden verelim; “sizin paranız onları ödemeye yetmez.”
Kendimi kaptırdım, kusura bakmayın, Çeşme projesi ile öylesine doluyuz ki; diğer konulara da kısaca değineyim; Çeşme ve Yarımadan su fakiri bir bölge. Zaten çok kan kaybeden bu bölgenin kısmen bakir kalmış kısmını, hem de baraj koruma havzasında kalan kısımlarını da yoğun yapılaşmaya ve nüfus artışına açarak, çılgınca su harcayan golf sahaları gibi akla ziyan projeleri yapmak isteyerek nereye varacaksınız? Varacağınız yer belli. Raporda yararından çok zararı olduğu bilimsel olarak açıklanan deniz suyu arıtma önerisine hiç girmeyelim. Bölgede yoğun biçimde yer alan arkeolojik alanları da kısaca anımsatayım.
İktidarın, doğaya karşı düşman tavrını bu projede olduğu diğer projelerde de görmekteyiz. Peki, muhalefetin tutumu nedir? Çeşme projesinde, en başından beri sağlam bir duruş sergileyebildiler mi?
Çeşme projesi için önce acele kamulaştırma ile geldiler. Tepkilerle, davalarla acele kamulaştırmadan vazgeçtiler. “Taşınmazlarınız değerlenecek” diyerek Yarımada ve İzmir halkının ağzına bir parmak bal çalmak istediler. Bunun yanına projeye bir “Cumhuriyet köyü” koyup Atatürk ve Cumhuriyet devrimine duyarlı İzmirlileri ve Yarımadalıları yakalayabileceklerini düşünüyorlar.
AKP iktidarını, çevreye, doğaya yaklaşımını biliyoruz. Az önce de anlatmaya çalıştık zaten, Ancak muhalefetin 2 yıldır gündemde olan “Çeşme projesi” konusundaki önce örtülü, utangaç desteğini, sonra ikircikli yaklaşımını, şimdi de bazı CHP’li dostların çok da gürültü çıkarmayan karşı çıkışlarını, haksızlık etmek istemiyorum ama Yarımada ve İzmir halkının çok ses çıkarmamasını görünce, insan endişelenmeden edemiyor.
Engin Önen Hoca’nın dediği gibi “Bu proje İzmir’in Kanal İstanbul’u, Kanal İstanbul’a karşı çıkıştaki yoğunluk ve yükselmeyi Çeşme projesinde neden göremiyoruz?”
İzmir kent merkezi, yoğun ve çarpık yapılaşmanın yıkıcı etkilerinden kurtulamadı. Şimdi bu yapılaşma baskısı; tarihi, turizmi, tarımı, kültürü, doğasıyla göz bebeğimiz gibi korumamız gereken Yarımada’ya yöneldi. Urla’nın kuzeyinde, Çeşme’nin büyük kısmında, Karaburun Yarımadası’nın bir bölümünde de yıkıcı etkiler epey yol aldı. Şimdi sıra Urla ve Çeşme’nin güney kıyılarına geldi. Ne yapacağız, kapitalizmin bize gelişme diye yutturmak istediği “zenginlik”, “tüketim” , “kalkınma” sarmalına feda mı edeceğiz Yarımada’yı, yoksa Yarımada’yı tarihine, kültürüne, coğrafyasına, doğal dengeye uygun biçimde koruyacak mıyız?
Bakanlığın güzel videosundaki dil ile söyleyelim; “Çeşme’nin, Urla’nın, Yarımada’nın yeni bir hikâyeye ihtiyacı yok, Çeşme, Urla, Yarımada kendi hikâyesini korusun yeter.” Biz böyle söyleyelim de, siz bize yine “istemezükçü” deyin.
Önümüzdeki yerel seçimleri göz önüne alırsak projeyi Çeşme ve İzmir siyaseti üzerinden değerlendirecek olursak neler söylemek istersiniz?
Bugüne kadar yaşadığımız gelişmeler nedeniyle açıkçası çok umutlu değilim. Siyasete büyük oranda egemen hale gelen, az önce anlatmaya çalıştığım küreselleşme etkisindeki konfor-para-rant temelli yaklaşım, maddi açıdan kısa vadeli olarak iştah kabartan böyle olaylarda, siyasetçileri popülist bir yaklaşıma itiyor.
Umarım, yanılırım ve Çeşme projesine karşı çıkan, kampanyasının önemli bir kısmını buna ayıran adayları görürüz İzmir yerel siyasetinde. Tabi buraya kadar söylediklerimizden bu beklentimizin muhalefet partilerinde, özellikle CHP’de siyaset yapan dostlara yönelik olduğu anlamı çıkıyordur herhalde.
Projenin durdurulması adına bugüne dek yapılanlar sizce yeterli mi?
Eğri oturup, doğru konuşursak, Yarımada ve İzmir halkının çok ses çıkarmaması, bize yapılanların yeterli olmadığını gösteriyor. Burada bir sorumlu aramak değil derdim. Ama biliyoruz ki; yöre insanının sahiplenmediği doğa ve çevre direnişleri bir süre sonra sönümlenebiliyor. Ama bizim gibi “istemezük”çüler (!) için mücadelenin süreklilik ve istikrar istediği bilinen bir şey.
Kısa bir anımı anlatmak isterim size; Kaç yıl oldu, unuttum. Çeşme’ye gidiyoruz otoyoldan. Arabayı kullanan Urlalı dostum Hakan’la sohbet ediyoruz. Aynı şeyler de konuşulsa, Yarımada üzerine sohbetler heyecanlandırır hep beni. Zeytinler çıkışını geçtik. Urla’nın güney koylarının bakirliği, ulaşım zorluğu, kara ulaşımı olmayan koyları üzerine konuşuyoruz. Eliyle dağları gösterip, “Son Anadolu parslarının biri burada bulundu” dedi. Pars, Anadolu parsı, insan dikkat kesiliyor. Dostuma aynı cümleyi 3-4 kez söyletmek zorunda bırakarak, konuşmayı sürdürdüm. Sonra konuyu araştırdım, evet 1942’de Urla dağlarında bir çoban yavru bir pars yakalıyor, dönemin tanınmış avcılarından birine satıyor, avcı parsa 9 ay bakıp, büyüyünce İzmir hayvanat bahçesine armağan ediyor. Adı da “Zoza”.
Çocukken Amerikan filmlerinden böyle vahşi hayvanların sadece Afrika’da olacağı yargısıyla büyümüş biri olarak, Anadolu’da pars olduğunu, Yeşilova Höyüğü’ndeki kazılarda 8.000 yıl öncesinden gelen kaplar üzerinde çiziminin olduğunu, sonra Anadolu parsının soyunun büyük olasılıkla tükendiğini bilmek insanı sarsıyor doğrusu.
İşte “Çeşme projesi” var ya, bu son Anadolu parslarından Zoza’nın yaşam alanı dağları, ormanları, bu bölgelerin kıyılarını kapsıyor. Proje Çeşme-Urla’nın güney koylarını kapsıyor, belki de “Çeşme-Urla projesi” demek daha doğru.
Çeşme projesi ile ilgili o şık videoları izliyorum, fotoğraflara bakıyorum. Doğru 1980 sonrası başlayan küreselleşme sonrası arzulanan tek değer (!) haline gelen zenginliğin sergilendiği bu video ve fotoğraflardan etkilenmemek zor, ama olanaksız değil. Ama nedense, bu videoların, fotoğrafların arkasında başka sahneler canlanıyor benim gözümün önünde. O çobanı, yavru Zoza’yı görüyorum. Artık yok olmaya yüz tutmuş geyikleri, bir köşede korkarak bekleyen tilkileri, sansarları görüyorum. Biraz daha bakınca Tümbelek koyundaki tatlı su ile deniz suyunun karıştığı azmaktaki yavru kefalleri görüyorum. Sonra diyorum ki kendi kendime “Sakin ol, hep böyle geldiler, görüntüler, fotoğraflar çok güzel, cümleler de çok güzel, ama sonra ne bırakır kapitalizm arkasında?”
O yüzden mücadelemiz belki de en çok “Zoza”lar, yavru kefaller, geyikler, tilkiler, sansarlar için.