Ülkemizin belki de bizlere bulunduğumuz yerden baktığımız da devasa gibi görünen o çok büyük dediğimiz sorunlar yakınlaştığımız da insan faktörünün feodal kültürden gelen ve beslenen genel karakterinden kaynaklandığını gördüğümüzde bir yandan şok olurken bir yandan da boşa harcanan enerji nedeniyle kaybolan zenginliklerin israf edilmesine çok üzülüyorsunuz. İnsanımız eğitimsizliğinin ve yine buna bağlı olarak kültürsüzlüğünün yarattığı travmayı aşabilmek adına, kendini tanıma noktasında kendisinden kaçması ve kendisini sürekli olarak saklama ihtiyacı içinde görmesi ve yaşamını hep başkaları üzerinden yönetmeye kalkışmasının ortaya çıkardığı baskıyı yönetememesi nedeniyle içine girdiği bu girdaptan çıkabilmek için sarıldığı o “masum” yalanlarıyla dokunduğu insanların canını yakarken aldığı hazzın verdiği mutlulukla yaptığı kötülüğün boyutlarının kaç yaşamı ve toplumu nasıl olumsuz yönde katkısı olduğunu hiç birimiz bilmiyoruz. O “masum” yalanların genel adı, “dedikodu” oluyor. İnsanımız ve toplumumuz “dedikodu” hastalığının içinde savrulup dururken kaybedilen değerlerin ölçütlerini düşünmek dahi istemiyoruz. İnsanda ve toplumda nasıl enerji kırıcı bir dalgalandırma oluşturduğunu görmek istemiyoruz.
Toplumumuzun en önemli sorunu ne acıdır ki insana yakınlaştığımızda gördüğümüz bu “dedikodu” sarmalının yarattığı enerji kaybıdır. Bu enerji kaybı işin doğrusu toplumumuzu ve insanımızı yiyip bitiren tedavisi bir anlamda olmayan en önemli hastalığıdır. Bu öyle bir hastalık ki bu yüzden kaç insanımızın hayatı mahvolmuş, kaç insanımız bulunduğu yeri terk etmiş, kaç insanımız intihar etmiş ya da üzüntüden amansız hastalığa yakalanıp bu dünyadan göçmüş, bilmiyoruz.. İnsanları gördüğümüz bir yanıyla, bir davranışıyla, bir sözüyle ya da eylemiyle hemen yargılayıp karar verebiliyoruz. Bu çok tehlikeli ve sinsi bir hastalık… Bu hastalık öyle tehlikeli ki işte hepimizin an gelip çok rahatsızlık duyduğumuz o “mahalle baskısı”nı da bu yapı yönlendiriyor. İşi gücü olmayan, kendini yenilemeyen ve sürekli çevresine mutsuzluk aşılayan ama öte yandan da kendisinin yapamadığı bir güzelliği görünce en adisinden laflarla o süreci lanetlemeyi ve damgalamayı görev ediniyor. Bu yapıyı kıramadığımız sürece kendimize çağdaş dünyada yer açamayız.
Kendimizi yönetemediğimiz gibi kendini yönetmeye kalkanlarıda dedikoduyla karalamaya çalışmamızdan kaynaklanan hastalıklı yapımız bize demokrasinin güzelliklerini değil faşizmin karanlık tünellerini layık görür… O nedenle her çağdaş insanımız bulunduğu yerde bu yapıya karşı direnmek zorundadır… Bu yapıyı kırmak zorundayız… İnsanın kulluktan bireye geçişi bir süreçtir. Ve bu süreci belirleyen de insanın bilinçli olma halidir. Bilinçli insan yaşamını, yaşamın anlamı içinde mücadele ederek ve sürekli değişim içinde yaşamaya çalışır. Feodalizmin insanı uyuşturucu etkisiyle sarıp sarmalayan o hep kendisinden kaçmasına neden olan, kendisinden sürekli olarak şu ya da bu nedenle hep bir şeylerin bir şeyler adına istendiği ve yapmakla sorumlu tutulduğu bağımlı yaşam kültüründen bağımsız yaşama kültürüne geçişte önüne konulmaya çalışılan bu hastalıkla yani dedikodu hastalığı ile başa çıkabilmesi için bilinçli insan konumuna geçmesi, geçebilmesiyle mümkündür. Ve toplumumuz ve insanımız bu büyük sancının etkisi içinde var olma mücadelesi veriyor.
….
Kasaba yaşamında “çekememezlik” doğaldır. Oysa yüz yüze karşılaşıldığında yüzlerden fışkıran gülümseme ve vıcık samimiyet görüntüsü daha sırtınızı döndüğünüzde hemen karalamaya döner.. Kasaba içinde sıkışmış kalmış ve yine menfaatleri doğrultusunda ilişkilendirilmiş bir ekonomik bağlılıkta söz konusu olunca bu “çekememezlik” insanlar üzerinde ağır bir yük oluşturur. Aradan sıyrılıp biraz ayakları üzerinde dikilecek bir zenginlik elde etse ayrı bir derttir ya da malını mülkünü kaybedip yoksullaşsa o da apayrı büyük bir derttir. Çekememezlik konusu esasında feodalizmin kasabada ki en önemli ayağıdır. İnsanların özgür davranışlarında önemli bir kısıtlayıcıdır. Yaratma güçlerinin önündeki en büyük engelleyicidir. Sevgilerini açıkça yaşamalarında ki en büyük baskı aracıdır. Bugün bırakın Anadolu’da bir kasabayı, batıda yer alan bir kasabada yani mesela Ayvalık’ta bile bu çok nettir. Nettir derken kastettiğim bu çekememezlik duygusu ya da davranışının insanları getirdiği nokta ve içine soktuğu ve kirlettiği ve sonrasında da paçavra gibi kenara attığı örneklerin çokluğu ve bu çokluğun içindeki insan modelinizde ki kimlik ve kişilik erozyonunun çöküşünün önüne geçilemeyişi konusunda toplum olarak bir irade gösterilmemesidir. Bunlara prim vermemek gerekiyor. Yani artık geride kalmış bir döneme ait bu feodal artık davranış ve duygu birikimlerinin sökülüp atılması gerekiyor. Sen kimsin ki karşındaki insanın yaşam mücadelesindeki kusurlarından zevk alasın, onları yani kusurlarını sağda solda anlatıp kendine ve dinleyene mastürbasyon zevki verdirecek kadar adileşip ve bunun karşılığında da utanmadan bir de toplumdan onay isteyip kendine bir paye verilmesi isteyesin.. Artık bu kısırlıkları aşmak gerekiyor. Feodalizmin her ayağına karşı mücadele etmek gerekiyor. Bu fesatlıklardan dolayı nice insanımız heba olup gidiyor. Bilmiyoruz. Çünkü insanımız acılarını genelde paylaşmıyor ve içinde kendini yıpratacak ölçüde taşıyor.
Bacon’un güzel sözüdür: “Çekememezlik aylak bir tutkudur.” Yani işi gücü olmayan, üretmeyen, asalak geçinen ve toplumun içinde fesatlık yapan ve lafının ucunun nereye gideceğini düşünmeden konuşan dolayısıyla insanları boğan kimliksiz ve kişiliksiz insanlardır. Türkiye çağdaş dünyada yer alacaksa feodalizmin her nüvesine karşı dolayısıyla bütün bunların bileşkesi olan mahalle baskısına karşı topyekün savaş açmalıdır. Çünkü bütün bunların bırakın konuşulmasını varlığı bile özellikle kadınlarımızı ürkütür ve onları evin içine kapatır. Özgürleşemeyen kadın demek özgürleşemeyen toplum demek, özgürleşemeyen toplum demek demokrasiden korkan devlet yönetimi demektir…
….
“Adam köyünü neden özler ağa?
— Neden olacak? Köy senin doğup büyüdüğün yer… Gurbet yaban… Geçim zoru olmasa köylü kısmı gurbette bir gün duramaz… Söyle bakalım Ankara’da mı daha yüreklisin, burada mı?
— Burada yürekliyim. Ankara’da insan yılgın olur.
— Ee, canın da sıkılır arada… Komşuları, buraları ararsın. Ankara’da seni kim bilecek? Yüz liralık elbisen olsa, dönüp bakmazlar. Lâkin Yamören’de çulakiden bir pantolonun bir ay sözü edilir. Köyünde gösteriş yaparsın da, ondan seversin köyünü.” Kemal Tahir
Sevgi ve saygılarımla…