Adam kadının derinliklerine hiç dalmamıştı. Hep kendi dilinden sevdiğini ifade ediyordu. Oysa kadın sevgiyi kendi dilinden duymayı bekliyordu. İstiyordu ki adam ruhunun derinliklerine dalsın onun dilini anlasın, konuşsun hissetsin…
Kadın hep dinledi adamı.
Görmeye çalıştı, ruhundaki derinliği derinliklerindeki acıyı sevdayı özlemi bekleyişi…
Adamın yanına her zaman heyecan ile gitti, heyecanı her defasında içinde yüreğinde patladı. Ne zaman adam için hissettiği derin bir cümle kurdu, karşısında büyük bir sığlık buldu.
Her heyecanı hayal kırıklığı oldu.
Adam mutluyken pek ihtiyacı yoktu kadına…
Ne zaman ihtiyacı vardı? Derseniz.
Ruhunun girdaplarındaki tayfunlara yakalanınca, derinliklerine dalınca, labirentlere girince, çıkış yolu bulamayınca ihtiyaç duyardı. Kısacası adamın hüznünün ışığıydı kadın, kadın olmasa adam o hüzünde yaşardı.
Kadın için ise adam, gece gündüz düşünülen bir sevda değildi. Kadın belki sevda nedir onu da bilmiyordu.
Özünde kendi yalnızlığı ile o kadar bütünleşmişti ki belki de ihtiyacı yoktu.
Adam her zaman ki gibi sordu. Benimle ilgili ne düşünüyorsun diye…
Kadın, gece gündüz seni düşünmüyorum, ama eskiye göre daha çok aklımdasın. Benim için bazen sevgi, bazen kızgınlıksın, bazen mutluluk, güvenli bir sığınak sıcaklık ve dünyanın en korunaklı yerisin…
Sana sarıldığımda tatlı bir sıcaklık yayılıyor tüm vücuduma daha güvenli bana iyi gelen…
Öylece kalmak istiyorum orada.
Bazen söylediklerinle ve yaptıklarınla beni çok utandırıyorsun. Yazdıkların, söylediklerin ve temasın bazen beni çok ama çok utandırıyor.
Sen de en çok sevdiğim şey ise bana hep değerli hissettirmen. Belki yıllar sonra bunun koca bir yalan olduğunu öğreneceğim ama bu da yaşanması gerekenmiş diyeceğim.
Bazen de içinde çocukluğunu yaşamamış küçük çocuğu gördüğüm, gördüğümde üzüldüğüm, üzüldüğüm için sevmek istediğim ve bunu istemeyeceğini düşündüğüm için vazgeçtiğimsin.
Bunları ilk defa duymuyorsun aslında ben sana hep anlatmaya çalıştım. Çok derin görünüp hep kendinin derin bir insan olduğunu anlattığın için kendinden başka bir şey göremiyordun.
Kadın, bu sözleri söylerken içinde bir hafiflik hissediyordu. Kadının hafifliği adamın şaşkınlığı ile eş değer ölçüdeydi. Şöyle düşün dedi kadın, o kadar çok kendin ile meşgulsün ki kendi karmaşanda kendini bulamamış gibisin. Bu kargaşanda her şeyin en iyisini ve en doğrusunu yaptığını düşünüyorsun.
Kadın yavaşça ayağa kalkmaya başladı, adımları yavaş ama kararlıydı. Adam bir şey söylemek için ağzını açtı, ama kadın elini hafifçe kaldırarak onu durdurdu. “Sözlerin artık bana ulaşamıyor” dedi, sakin ama keskin bir sesle. “Derinliklerimi göremeyen bir denizde devam etmek istemiyorum.” Dedi. Kadın, adamın yanından ışıldayan gözlerle ayrıldı.
Kapıyı kapattığında, içinde hüzünle karışık bir özgürlük hissi vardı. O gece, ilk kez kendi yararını düşündüğünü hissetti. Bir yerde var olmaktan çok, yolda yaşanan heyecanı arıyordu. Çünkü gerçek derinliklerin, ayrıntıların değil, kendi içinde farklıydı. “Hüznümün ışığı, artık kendi içinde aydınlanacak” diye düşündü, belki de zaman neye gebe bilinmez.
Bu düşüncelerle üzerine rahat bir tişört geçirdi. Kendine sakinleştirici bir papatya çayı yaptı. Tüm ışıkları kapattı. Camdan dışarıyı izliyordu. Papatya çayından bir yudum aldı. Şehir sessizliğine bürünmüş. Sokağın karşısındaki eski apartman, yaşadığı daireler ve perdeleri çekilmemiş pencereleriyle dolu bir hikâye kitabı gibiydi. Kadın, bir çiftin küçük ama samimi anlarına tanık oluyordu. Adam ve kadın, sıcak bir gülümsemeyle birbirlerine bakarken, kadının elindeki bir fincan, adamın omuzlarına koyduğu bir şal vardı. Kahkahalarının yansıması duyulmasa da hareketlerinden belli ki keyif alıyorlardı.
Kadın, bu sahneyi izlerken hem içindeki yalnızlığı hem de geçmişte kaybettiği zamanı düşünerek bir tür hüzünle doluyordu. Kendini telkin edip geçecek demekten yorulmuştu. “Ama başlayan iş bitmelidir. Eğer yüreğim buna karşı çıkıyorsa onu susturmasını bilmem gerek, duyularımız bizi aldatır. Etrafımızı kuşatan şeylerle aramızdaki yegâne bağ zekamızın ürünü olan düşüncelerimizdir.” Diye düşündü. Nereden geldi bu düşünce tabii ki “Alamut” kaç defa okumuştu. Kendini telkin etmeninde iyi bir yolu idi.
Koltuğun yumuşak köşesine iyice yerleşmişti. Üzerindeki ince tişört, omuzlarından birini hafifçe açıkta bırakmış, çabasız bir zarafet sergiliyordu. Bu detay, onun yorgun ama huzur arayan halini ele veriyordu. Sıcak papatya çayı, elindeki kupanın içinde buharı yükselirken, o buharın dansını bile fark etmeyecek kadar dalgındı.
Başını hafifçe yana eğmiş, bir omuz tamamen açıkta kalmıştı. Omuz kemiklerinin nazik çizgisi, loş ışıkta kendini sergiliyordu. Gözleri, camın arkasındaki sokak lambasının solgun ışıklarına bakarken uzaklara dalmıştı. Dışarıyı kaplayan sis görüntüler yerine koca bir boşluğa bırakıyordu. Artık ne sokaktan geçen insanların yüzleri ne de karşı binaların öyküleri görünüyordu.
Belki papatya çayının dinginleştirici etkisi, belki yaşadığı günün duygusal yükü, belki de karşı binada izlenen o çiftin hikayesi, belki ortalığı kaplayan sisin yarattığı belirsizlik…
Kadını bir anda başka bir noktaya çekti. Düşünceleri, yaşanmışlıklarının dar sokaklarından yapmak istediklerine geçti.
Çıkmak istiyordu, bilinmeyen yolculuklara çıkmak. Kimsenin bilmediği, bilinmediği içinden geldiği gibi davranabileceği yolculuklara çıkmak istiyordu. Hiçbir kişiye, hiçbir durağa, hiçbir sorumluluk duymadan sadece yolculuk yapmak istiyordu. Bitmeyen ve bilinmeyen yolculuğunu hesap ederken elindeki papatya çayını sehpaya bıraktı. Gözlerinin yavaş yavaş yolculuğa başladığını hissetti…
Müzik önerisi: https://youtu.be/9tXXBZoPSlY