Mevsim Çağrışımları (1. Bölüm)
…Aslında yaşam bir uyum sağlama sürecinden başka bir şey değildir;
bu süreçte küçük bir hata yaparsak budala,
göze batacak türden bir hata yaparsak deliyizdir;..
(Desiderius Erasmus)
Soğuk ve karlı bir gün yollardaydım yaşlı çınarın soluna düşen kahvenin camlarında yeni sergilenen bir ilan dikkatimi çekmişti. “Gündelik Yaşam” etkinliği içerisinde “Şehrin Delileri”nin konuşulacağı yazıyordu. Her daim iç içe yaşadığımız Allahın sevgili kulları. Kimin hangi mertebede akıllı veya deli olduğunu kim bilir deyip az bir düşünüp yoluma devam ettim..
“Delilere Selam” adlı bir şiir vardır; “uzunca şiirden birkaç dizeyi buraya almak isterim” deyip bir şiir paylaşır, Mehmet Kemal bir yazısında. Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir şiiridir bu, Şen deliler, tınmaz deliler!/ Size imrendiğim oluyor, /Olanı biteni düşündükçe /Madem ki öyle sanırsınız,/ Doğrudur, sen Acem şahısın /Sen Cengiz Han, sen de Timurlenk /Çok daha ferah olmalıdır /Cinnet dedikleri o cennet, /Şu akıl zindanlarımızdan.” Şirazî’nin sözlerinin doğruluğunu açıklar niteliktedir bu şiir.
Her köyün şehrin hatta sokağın bir delisi vardı önceden. Bizim şehrinde kentle özdeşleşmiş şahsiyetleri olan delilerimiz vardı. Hele bir tanesi vardı ki “Takvimli” denirdi herkes onu öyle tanırdı. Zararsız iyi bir insan iyi bir deliydi.
Soğuk bir kış günü ölüsünü bulmuşlar bir köprü dibinde “Takvimli”nin. Kaç gün ve gece kalmışsa tanınmaz durumdaymış. Cebinden bir kaç lira bozukluk ve takvim dalları çıkmış. Nereden merak salıp neden biriktirdiği bilinmez ama şehrin her esnafının kapısını çalar takvim dalları dilenirmiş para yerine. Hoş paraya ihtiyacı da yoktu zaten. Hangi öğün hangi mekandaysa oranın baş misafiriydi kendisi. Misafirinde aç yollandığı nerede görülmüş. Tıka basa yer takvim dallarını alır köprü altlarında gecelerdi yaz kış. Yine böyle soğuk bir kış günü ölüm haberini duyunca en yakınımızı kaybetmişcesine üzülmüş şehrin en az yarısıyla beraber cenazesine katılmıştık. Kim bilir hangi sıcak ülkenin âdil bir sultanı olarak yeni hayatına başlangıç yapmıştır.
İslamlıkta, ‘öleni iyilikle anın’ diye bir kuralını hepimiz biliriz. Öleni iyilikle anmak ölüm denilen gerçek sizin de başınıza geldiğinde sizi de iyilikle ansınlar diyedir. Bizde bugün bir insanı iyilikle anmış olduk. Umarız biz de iyilikle anılanlardan oluruz.
Salah Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu isimli kitabının bir yerinde o zamanların ünlü mekanlarından Bay Lebon’ nun pastanesinin duvarlarını süsleyen ve mevsimleri gösteren çinilerden söz ederken ilgisini çeken bir durumu kendine has anlatımı ile şöyle aktarır: “Bay Lebon yeni pastanesinin duvarlarını tahta ile de kaplatmış, tahta kaplamaların üstündeki boşluklara da dört mevsimi gösteren çiniler yerleştirmiştir. Nedir, daha sonraki yıllarda buraya gelenler orada sadece üç mevsim bulacaklar ve kış mevsimi çinilerinin ne olduğuna akıl erdiremeyeceklerdir.”
Herhangi bir sebeple bir deli tarafından yerinden sökülüp kimsenin bulamayacağı bir köşeye saklanmış olmalı. Yoksa kim ne yapacak bir avuç büyüklüğündeki çini parçasını.
Son zamanlarda mevsimlerin yok oluşunu hepimiz merak, ilgi ve korkuyla takip ediyoruz. Felaket tellallığı komplo teorileri yapmak gibi bir niyetimiz olmasa bile bu mevsim kaymaları sizin gibi beni de tedirgin edip endişelere sürüklemektedir ne yalan söyleyeyim.
Aklımızı kaçırıp deli olmamak elden değil.
Mevsim Çağrışımları (2. Bölüm)
Bir günde birkaç mevsimi yaşamak tuhaf bir durum. Ama günümüzde bunu sıkça yaşar olduk. Dört mevsim lokantalarında içine düştüğü şaşırmışlığı yaşıyor insan. Önünüzdekilerden hangisini tercih ederken yaşadığınız telaşı düşünün bir. Aklınızda önceden bir seçenek yoksa seçim hakkını garsona bırakırsınız konu yemekse eğer. Ama söz konusu mevsimler olunca elinizi kolunuzu iyice bağlı hissedip çaresizliğin dibine iniyorsunuz. Deli olmak için geçerli bir neden daha.
İşte sonbahar mı yaz mı yoksa kış mı ne olduğuna bir türlü karar veremediğimiz o günlerin birinde tedbirli olarak yola koyuldum. Sen önünü kış tut isterse mevsim yaz olsun demişler. Bu tedbirli davranışa son zamanlarda buluttan nem kapar duruma gelişiminde etkisi olduğunu inkar edemem peşinen belirteyim.
Takvimsel olarak kış olan ama çağrışımları hiçte kışa benzemeyen bu çelişkili günleri ilk yaşayan gözlemleyen bizleriz sanmayın sakın, Midhat Cemal Kuntay eski bir yazısında neler anlatıyor kulak verelim isterseniz.
“Siz istediğiniz kadar mektuplarınıza, bugün, 26 Mayıs diye tarih atın; bugün yirmi altı Temmuzdur. Ve yarın yazacağınız kâğıtlara da, istediğiniz kadar, 27 Mayıs tarihini koyun: Şimal rüzgârı eserse yarın 27 Eylüldür.” der. Sonrada İstanbul iki şeyin oyuncağıdır: Marmaranın ve Karadenizin. Bu ikisinden hangisinin keyfi hâkimse o gün ilk veya sonbahardır, kış veyahut yazdır.
Bademler yeşerince ilkbaharı,ayva çiçeklendi mi yazı, bağ bozumu geldi mi sonbaharı kestane veya bozanın yola düşmesiyle kışı yaşarım bense.
Bunlar varsa mevsimler normal seyrinde yol alıyorlar yoklarsa o gün canı hangi mevsimi yaşatmak istemişse doğa ananın o mevsimdeyizdir.
Mevsimlerde delirmiş olmalı. Baksanıza hiç akla sığmayan işler yapıp duruyorlar.
Eski Caminin önündeki yeni moda taş döşeli yoldan geçen herkes gibi bende caminin ana yola bakan ön cephesinden gelen mangal kömürü kokusunun eşliğindeki kesif dumanı görüp irkildim. Derin bir nefes çektim ister istemez; kestane kokuyordu hemde közde.
Kestane eşittir kış demekti. En azından benim için.
En azından kaybolan kış resmini bulmuş zihnimdeki yerli yerine oturtmuştum.
Kışın gelmiş olma fikri aklımı başımdan almış tuhaf bir şekilde mutluluktan deliye dönmüştüm. Durumu kabullenip yoluma devam ettim.
Demek kış sessiz sedasız gelmiş köşeye saklanmış birkaç adım daha attığım zaman “Sobeee” diye bağırıp beni ebeliyecekti.
Eyyüp Yıldırmış