Anne babaların okul başarısı düşük, okumaya isteksiz çocukları için en iddialı çözüm önerisi istikrarlı olarak yıllardır hep aynı: Bir tamircinin yanına vermek, düzenli olarak ustasından fırça yemesini ummak, kir pas içinde salya sümük eve gelmesini beklemek…
Sonuç olarak çocuklarına bilmiş tavırlarla “Ya hayat ne kadar da zormuş, öyle değil mi?” diyerek okulun kıymetini anlamalarını düşlemek!)
Bir eğitimci olarak bu çözümün ne kadar işe yaradığı konusunda şüphelerim var. Ancak kendimden bildiğimden söylüyorum, okul başarısı değil de temelde hedeflenen özgüven sorunu yaşayan, içe kapanık çocukların sosyalleşmesi ise o zaman yaz tatilinde ya da sömestr gibi aralarda çocukların kendilerini yıpratmayacakları bir işte uğraşmalarının harika sonuçları olabilir.
Yıl 1989…Babamın öğretmenlik yaptığı Nilüfer’e bağlı Çaylı köyüden Bursa’ya taşınalı 2 yıldan fazla bir zaman olmuştu. Ancak ben hala köy psikolojisinden kurtulamamıştım. Güvensiz ve içe kapanık hallerimi Nuri Erbak Ortaokulu’ndaki duyarlı öğretmenlerimin sayesinde biraz olsun atmış fakat ergenlik dönemi ve lise ye adapte olmakta zorlanmam nedeniyle tekrar gerilemeye başlamıştım. Ayrıca tam bir kompleks yumağı olmuştum. Sürekli iyi ve markalı şeyler ailemden istiyor, hem onları hem kendimi huzursuz ediyordum.
Kendince çareler arayan babam sonunda Ulu Cami’ye yakın mesafede bulunan Koza Kafe’de bana iş buldu. Aynı ilkokulda görev yaptığı sınıf öğretmeni İzzet Gül , okuldan sonra ikinci iş olarak kafenin kasasında duruyor ve hesapları kontrol ediyordu. Ona vahim durumumu anlatıp yardım istediğinde, İzzet Hoca babamı kırmayarak beni işe almıştı. Aslında öyle ulu orta bir yerde çalışmak kesinlikle istemiyordum. Ancak annemin “Kazandığın tüm para sana kalacak, sende paranla istediğini alabilirsin.” demesiyle bir an gaza gelerek çalışmayı kabul etmiştim.
İşe başladığım gün müthiş bir hayal kırıklığı yaşadım. Nasıl bir iş yapacağımı çalışmaya başlayana kadar bilmiyordum. İlk gün İzzet Hoca, kafenin içindeki lavabonun önünde birikmiş bulaşıkları göstererek sert bir şekilde işe başlamamı söylediğinde resmen şok olmuştum. Babamın arkadaşı olmasa muhtemelen koşarak oradan kaçardım. Bulaşık yıkamak haydi neyse de bulaşıkları yıkayacağım bölüm Ulu Camiye doğru akan kaldırıma bakıyordu! Burası Bursa’nın en kalabalık ve yoğun yerlerinden biriydi. Nasıl yapabilirdim; bulaşık yıkarken herkes bana bakacak okuldan arkadaşlar beni görecekti. Benim amacım orada çalışıp kendime güzel elbiseler, ayakkabılar almaktı. Böyle olunca eziklik duygumu sözüm ona yenecektim. Ama mevcut durum işleri daha da karmaşık hale getirmişti.
İşteki ilk hafta çok sıkıntılıydı. Bulaşık yıkarken kafamı iyice eğiyor ve beni kimsenin görmemesi için dışarı bakmıyordum. İkinci hafta ise dışarıyı gözleyerek bulaşık yıkıyordum. Tanıdık birini gördüm mü su içme ya da farklı bahanelerle işi bırakıyor ya da sanki bir şey düşürmüş gibi tezgahın önüne eğiliyordum.
Günler geçtikçe bende ilginç değişiklikler olmaya başladı. Büfenin içindekiler ve dışarıdaki garson-komilerle muhabbeti iyice ilerletmiş, tabiri caiz ise kabak çiçeği gibi açılmaya başlamıştım. Artık bulaşık yıkarken hiç utanmadan kafamı kaldırıyor, tanıdık birini gördüm mü sabunlu ellerimle büyük bir özgüvenle selam veriyordum. Babamın tüm hayatımı etkileyen ve beni yaşama bağlayan taktiği işe yaramıştı. Benim ve benim gibilerin ilacı tam olarak buydu: Sosyalleşmek ve hayatın tam ortasında olmak…