Louis Aragon anılarında şöyle yazar:
“1948 yılının bir Cumartesi günü Ulusal Yazarlar Birliği toplanmış, hapisteki adamın şiirlerini okumuştuk. Anımsıyorum,o gün dinleyiciler arasında ön sıralarda oturan Türkiye Büyükelçiliği’nden bir görevli de oradaydı. Süregelen alkışların kesildiği sırada, sesine alaycı bir incelik vererek, bana; ‘demek günümüzün büyük Türk şairinin varlığını öğrenmek için kalkıp buralara kadar gelmem gerekiyormuş! Bilmiyordum,doğrusu..’ demişti. Ona: ‘Ama halkınız biliyordu’ ,diye karşılık verdim.”
Nazım Hikmet şiiri sömürüye ve onun sürekli gündemde tuttuğu ezilişe, horlanışa, yok sayılışa başkaldırıdır. Zincirlerinden başka kaybedecekleri olmayanların çilelerini, aldatılışlarını anlatır. Dizelerinde hayatın baş döndüren hızı, maddenin sesi soluğu duyulur. Bu durum, geçmiş zaman dilimlerinden birini ele alışında da görülür. Geçmiş, şimdi ve gelecek sarmalında insanın yapıp etmelerinin bilimsel dayanağını ön plana çıkarır. Geri bıraktırılmış ülkelerin kültürel talanlarını ve bu işte çıkarları olanların korkunç yüzlerini, eylemlerini sanatın ilkelerinden ödün vermeden gözler önüne serer. Bu anlatım biçiminde halk en yalın haliyle girer şiire. Bu aynadan yansıyan görüntülerin gerçekliği karşısında şair sahiplenilirken, iktidara duyulan güven sarsılır. O güne kadar hiç kimselerin söylemeye cesaret edemediklerini Nazım Hikmet şöyle haykırmaktadır:
“Yüklü yemiş dallarıdır kollarımız/silkeler durur düşman, silkeler durur bizi/ve yemişimizi daha rahat, daha kolay toplamak için/vurur prangayı ayağımıza değil, vurur prangayı kafamızın içine”
Yüzyılın bilgisinden yoksun bırakılmışlığımız ısrarla sürdürülüyor bugün de. Beyzadeler gelecekteki efendilikleri adına, halkın okuma, yazma ve eğitim haklarını, bilgi edinme özgürlüklerini gaspetmeyi sürdürüyorlar. Bu yüzdendir ki tarikat şeyhlerine havlu taşıma yarışına giriyor büyük çoğunluk. Ya tam teslimiyet ya da karşılıklı çıkar ilişkileri içinde oluşan alaverelerden toplum kan kaybediyor.
Hayatta hiçbir karşılığı olmayan alınyazısı, kader ve benzeri olgulara şartlandırılan insan, çıkarcıların oyunlarını göremiyor doğal olarak. Hele bir de , “orda bir köy var uzakta/gitmesek de, görmesek de/o köy bizim köyümüzdür” nağmeleriyle sırtı sıvazlandıkça, kendisini sömüreni baba bilip, büyük bir teslimiyet içinde ömrünü tüketiyor. Gidilmeyen, görülmeyen köylerin hepsinin altı ay kar altında kaldığını, doktorsuzluktan, ilaçsızlıktan, okulsuzluktan yok olup gittiğini anlayamıyor bir türlü, anlasa da çaresizlikten eli kolu yana düşüyor. Üretim güçlerini ellerinde bulunduran ve yitirmemek için ne gerekiyorsa yapan egemen sınıf, eğitim yoksunu büyük çoğunluğun durağan yapılarının sürgit devamından yanadır. Hak ve sorunlarına sahip çıkamayan, bunları savunamayan, elde etmek için örgütlenemeyen kitlelere önerilen günübirlik yaşam biçimleri uygar bir sosyal yapının oluşumunu engelliyor ve düşünceyi, duyguyu ve adam gibi adam olabilmeyi unutturuyor insana. Filin bacağını meşe palamudu sanan körler arenasında kim vurduya gidiyor hayatın gerçekleri. Oysa en büyük vatansever Nazım Hikmet ne güzel anlatıyor hayatın sonsuz patlamalarını:
“Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece/pırıldamakta devam edecek ben basıp gidince de/çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı/ve bende bu aslın sureti çıktı sadece”
Şimdilik sınırsız olduğu varsayılan evrenle birlikte dönen dünyanın ilk oluşumdan bugünlere kadar gelen kımıltısıdır bu durum. Her canlı, türüne özge özellikleriyle yer alıyor bu fotoğrafta. Bir de yaratıcı güce sahipse ve dönüşümlere neden olmuşsa zamanın her hangi bir diliminde, insanlık var olduğu sürece adı unutulmayacaktır. Gözlerdeki perdeyi açmış, kulaklardaki pası silmiştir.Karanlığa ışık tutmuştur çünkü o.
Ama karanlığın havarileri korkar aydınlıktan. Kendi düzenlerine başkaldıranları hain ilan ederler. Kalbi insanlık için çarpansa şöyle seslenir onlara:
“Evet, vatan hainiyim,vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın anahtarıysa, çek defterlerinizse vatan”
İnsanı tanımamakta ayak direyenler Nazım Hikmet şiirini salt siyasi bildiri olarak algılayarak kendi varlıklarıyla da çelişkiye düşmüşlerdir aslında. Bataklığa yuvalanan bülbülün ötüşü acıdır, hüzünlüdür. Güller arasındaysa şenlikten yana değişir şakıması. Bir yanda içine doğduğu doğa parçasını olduğu gibi kabullenmek zorunda olan hayvan, diğer yandaysa aklıyla evrene egemen olmaya çalışan insan gerçekliğinin yansımalarının sonsuz yüzünü izliyoruz. İçlerinde barınan özlere inildiğinde ilkinin sürekli bir teslimiyet içinde olduğunu, ikincisininse yani insanın yeryüzünde görünmeye başladığı andan itibaren başkaldırılarıyla varlığını kanıtladığını, daha doğrusu varoluş nedeninin başkaldırı olduğunu görüyoruz. Güzeli görmek, onu dönüştürmek için gayret sarfetmek siyasetse, evet Nazım Hikmet şiiri siyasal bir bildiridir. Dirimin devrimine inanan ve bu inançtan asla ödün vermeyen şairin siyasallığı kimilerinin öngördüğü kalıplara sığmıyor. Bir tepeden bakmıyor insanlığa. Onların çilesiyle yoğrulurken duygulanımlarını bilincinin yedeğine alıyor çoğu zaman.Yeryüzünü kana bulayan, insanı ve onun şiirini hüzünlere boğan egemen gücün sahip olduğu siyasal iktidarlara karşı oluşu, iktidarın artıklarından nasiplenen kimilerinin N.H ikmet’i bir parti şairi ilan etmelerine neden oluyor. Bülbül bile bataklığın ayrımına varabiliyorsa, insan sırtına yapışan keneleri görmezden gelebilir mi? Bu bağlamda Nazım’a kulak verelim:
“Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu/bir lokma bile tatmadan yoğurursun/bütün nimetlerin hamurunu/büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında/ananı ağlatanı Karun etmek hürriyetiyle özgürsün”
Onbinlerce marabayı bir an da özgür kılacak olan Toprak Reformu Yasası, 1934 yılından beri gelip geçen hükümetlerin proğramlarına girmesine rağmen bir türlü gerçeleşmedi, gerçekleşmiyor! Gökyüzünden ve yeryüzünden kalabalığın payına düşene el koyuveriyor iş bilir azınlık. Saygıdeğer bir yazarımızın dediği gibi:
“Akıl Frengistan, saltanat Al-i Osman “
düzensizliği içinde sürdürülüyor düzen. Sıktığı kemerle ortaya çıkan kaburgalarını, bir gün bile yürek dolusu yaşayamadan göçüp gittiğini kahrolarak izliyor güvencesiz insan. Bu hüzünlü gözlerin sahipleri, sorgulamaları ya akıl edemiyor ya da iktidarın pompaladığı düşlerin rehavetiyle öteyaşama bırakıyor mutluluğunu. Bu durum, geçmişten geleceğe doğru zamanın karelerindeki hüznü çoğaltıyor elbette.
Nazım Hikmet, geleneği ve kültür mirasını yaratan insanı dünyanın bütün değerlerinden hatta kendi canından bile üstün tutmuştur. Böylesine bir inanca varabilmesi için geçirdiği aşamaları Kemal Tahir’e yazdığı mektupların birinde şöyle dile getirir:
“Bütün derinliği, genişliğiyle tabiatı ve insanları tanımadan nasıl da cesaretle şiir yazmışım…Artık hayvanlar, nebatlar, yıldızlar, hasılı kavrayabildiğim genişliğiyle bütün kainat, kalabalığın bir bölüğü olan insanlar kadar beni ilgilendiriyor ama öyle soyut bir ilgi değil, canlıya, en geniş anlamıyla canlıya karşı duyulan sevgiyle, üzüntüyle, ümitle, hiddetle karışık bir ‘ilgi’.
Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere, şairin yüreği evren bilgisini edinme telaşıyla çarpıyor. Ömrünün bir döneminde yazdıklarının da eleştirmeni olabiliyor bu yüzden. Günümüzde Nazım Hikmet şiirini salt politik ve kartpostal şiiri olarak betimleyenlerin, hayatın sürekli açılımını Nazımca göremediklerini sanıyorum. Tutkularıyla, erdemleriyle, ümitleriyle, düşleri ve düşünceleriyle insanlığın yapıp etmelerinin şiirini yazan ve artı-eksi sonsuzda nesnelerin doğalarını göz ardı edebileceği telaşını duyumsayan şair, günümüz ideolojik yapısının kılavuzluğunda kimi zaman açık seçik, kimi zamansa imalarla karalanıyor kimilerince.
Oysa N.Hikmet, egemen gücün baskısı altında yönlenen insana akıl vermelerden kaçınarak, ömrü pahasına anlatmıştır hayatın gerçeklerini. Onun bütün kavgası, insanın güzel günlerde yaşaması adına yine insanladır: Bu konuda şunu der:
“İnsanlar için ölebileceksin/hem de yüzünü görmediğin insanlar için/hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken/hem de en güzel, en gerçek şeyin/yaşamak olduğunu bildiğin halde”
diyen bir şairi vatan haini ilan edenlere, kartpostal şiiri yazıyormuş diyenlere, siyasetin mahkumu olduğunu söyleyenlere anımsatmak gerekir şimdi; en güzel ve en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bilen bu şair, ömrünün onlarca yılını hapisane köşelerinde ve sürgünde geçirirken insan olmanın gereklerini yazmaktan, söylemekten kaçınmamış. Bugün kimilerinin yaptığı gibi, bir ‘paşa’ torunu olarak paşalar gibi yaşayabilirdi o da. Eğer insani bütünlüğünü eksiltip, kalemini öteyaşam düşçülerine satsaydı. Çağdaşı şair ve yazarlar da eleştirmişti N.Hikmet’i ama şiir de yarattığı devrim ve düşünceleriyle dile getirdiği gerçekler sayesinde Dünya Edebiyatı’nın altın bir sayfası ona ait bugün. Adına toplum denilen insan kalabalığını akrabası bildi o büyük şair ve bildiklerini onlara anlatmaya çalıştı ömrü pahasına. Egemen gücün işine gelmeyen de bu durumdu. Bugün de böyle değil mi?
Ona çile çektirenler tarihin aynasında küçülürken O dağları alnından öpen bir rüzgar gibi geçti dünyadan.Ve dizeleriyle hâlâ yolumuzu ışıtıyor.
Bülent GÜLDAL