“Mehtaplı gecede soylarının öyküsünü böyle anlatıyordu büyük ayı yavrusuna Kimidenia’nın tepelerinde… Küçük ayı şaşkın bakışlarla dinliyor ve evrenin manasını çözmeye çalışıyordu.
‘Kimidenia’ya gelen, soyumuzun diğer ayılarına ne oldu?’ diye sordu.
Kederle salladı başını annesi.
‘Burada da buldu bizi insanoğlu. Onun elinden heba oldu hepsi.’
‘Ya babam? Babama ne oldu?’
Büyük ayı, yavrusunu bu kadar küçükken üzmemeyi çok isterdi. Ama olmazdı. Şimdiden dünyayı öğrenmeye başlamalı ve yazgısını bilmeliydi:
‘Karların erimeye başladığı ve yabanarılarının yuvalarını bırakıp ağaçlardan yiyecek aradıkları zamandı,’ dedi. ‘Bize bir kovan bal getirmeye gitti, çünkü seni doğurmuştum ve güçsüzdüm. Bir daha geri dönmedi.’
‘Neden?’
‘İnsanoğlu!’ dedi anne. ‘İnsan ile rastlaştı!’
Ne korkunç bir canavar bu ‘insanoğlu’ diye düşünüyordu yavru ayı. Hem de her yerde, bütün dünyayı sarmış; Lübnan’dan Kazdağlarına ve Kimidenia’ya!
‘Ne alıp veremediği var bizimle insanın? Ne istiyor soyumuzdan?’
‘Ona benziyoruz,’ dedi büyük ayı. ‘Onun durduğu gibi iki ayağımız üzerinde durabiliyoruz. Onun gibi dimdik oynayabiliyoruz. Onun gibi zincirlere dayanabiliyoruz. Ona benziyoruz.’
‘E, ne olmuş yani?’
‘İnsanoğlu kendisine benzeyenlere vurmayı sever,’ dedi yine büyük ayı. ‘Benzerini öldürmeyi sever.’
‘Ah!’ diye iç çekiyor küçük ayı ve bu dünya da ağzından çıkan ilk inilti. ‘Ne iyi olurdu, insan olmasaydı.’
‘Ne iyi olurdu,’ dedi büyük ayı…” (İlias Venezis Eolya Toprağı-sayfa 239,240… Belge yayınları birinci baskı)
“Ne iyi olurdu, insan olmasaydı.”
İnsanı anlamak, insanı değerlendirmek keşke kolay olsaydı… Son iki yüzyılda para ve paranın gücü pazar ekonomisi ile ortaya çıkınca dünya kaynakları öyle büyük bir şekilde ve hızla sömürüldü ki… Bu sömürülmeden dünyanın her köşesiyle, canlıları ve yine doğası payına düşeni fazlasıyla aldı. Elbette Ayvalık’ta payına düşeni alacaktı, aldı ve bu gidişle önlem alınmazsa yarın Ayvalık diye bir cennet yer yüzünde belki de olmayacak…
Yıllar önceydi. TRT’nin yaptığı bir canlı yayında Ayvalık adına röportaj yaparken genç kadının ağzından Ayvalık; delisi, kedisi ve yeli ile meşhur dediğinde üzülmüştüm. Bizim kendi içine dönmüş kara sevdalı insanlarımızın yine o yıllarda engelli insanlarımızın evin içinde değil de sokağın içinde özgürce dolaşırken çocuklar tarafından kızdırılmasına tepki göstermesinde ki doğal tepkilerinin “deli” diye değerlendirilmesi ve söylenmesine üzülmüştüm. Kedi de doğaldı. Çünkü eski Ayvalık’ta dericilik yaygındı. Köpek bokları o yıllarda çok değerliydi. İnsanlar köpek boku toplamak için mücadele ederdi. Gelir kaynağı idi. Dericiliğin yoğun olduğu yerde farenin bol olması da doğaldı. Fare ile mücadele de doğal yöntem de kediydi… Tepelerimiz de yel değirmenleri kaynıyordu. Yel değirmeni varsa demek ki yelimiz de meşhur…
Ayvalık, mübadele ile kurulmuştu. Bu yönüyle de bir ilkti. Rumlar, Osmanlı tebaası iken Midilli adasında Türklerin çoğunlukta olduğu süreç içinde Türk erkeklerinin askerlik ve yine sermaye birikimi yapacak işlerden Osmanlı yönetiminin uzak tutması nedeniyle ekonomi de kapalı ev ekonomisi içinde ancak yiyecek tahılını üretecek kadar ve yine üstüne başına bir iki parça alacak kadar bir yoksulluk içinde yaşadıklarından ve yeteri kadar sermaye biriktiremediklerinden ve yine o dönem var olan çarşı ekonomisi içinde hiçbir varlıkları olmadı, olmasına izin verilmedi. O nedenle Midilli ve Ayvalık dediğimiz de Cumhuriyet devleti öncesinde mecburen Rum zenginliğini ve üretimini anlatıyoruz. Cumhuriyet öncesi dediğimiz de yaptığımız en büyük yanlışlığımız yine Osmanlı yönetimi diyeceğimiz yerde dediğimiz Rum özerk bölgesi ve Rum zenginliği… Bu alışkanlığın yakın gelecekte başımıza bir arıza açmaması en büyük dileğimdir. Elbette bu işler dilekle, dua ile olmuyor, emek ile oluyor, üretim ile oluyor, nitelikli bilgi ile oluyor.
Merhum yazarımız Ahmet Yorulmaz ağbimize Ayvalık’ın en çok nelerini seviyorsun diye soru sorulduğunda verdiği yanıt;
gün doğumu, gün batımı ve imbatı demiş…
Bugünlerin ünlü tekerlemesi de rakı, balık Ayvalık…
Ayvalık’ı tek kelimeyle özetlemeniz çok zor…
Çocukluğuma gittiğimde denizden çıkarılan hemen oracıkta toplanan çalı çırpı ile ısıtılan teneke saçı üzerinde pişirilen kıllı midyelerin lezzetini unutmamam… O kadar boldu ki…
Sonra bir gün birileri geldi… Filan ülke şu kadar para veriyor dediler. Denizin altı, üstüne geldi. Kıllı midyelerimizin popülasyonları bitiverdi… Oysa bir ABD de bir bizim denizimizde vardı…
Karadikenlerimiz o kadar yoğundu ki.. Denize girdiğinizi ancak ayağınıza batan karadikenler ile anlatırdınız. Çocukluğunda karadiken çıkarıp kendi ayıklayıp kendi yemeyen Ayvalık çocuğu yok gibiydi. Karadiken yada deniz kestaneleri besin değeri çok yüksek havyar depocuklarıydı…Tümü balıkçı ağlarıyla yok edildi. İki çeşit ağın kullanılması ve barbunyalar için 20 mm’lik kör ağ ve büyük balıklar için 70 mm’lik ağ..Kör ağ ile tüm deniz canlılarının soyunu kazındığını sonradan öğrendik…
Bazen ekmek arası balık ekmek satılırdı. O etin yumuşaklığı ve lezzeti anlatılmaz bir lezzetti… Köpek balığı derlerdi, inanmazdık… Sonra öğrendik, doğruymuş.. Pamuk cinsi köpek balığı imiş… Büyük ağlar ile onlarında soyunu kuruttuk…
Burada bir soluk alalım…
Ayvalık’ın bugünler de tükenmiş meşhur üçlüsünü yazalım; Kıllı Midye, Karadiken veya Deniz Kestahanesi, Pamuk cinsi köpek balığı… Karadiken de yakın zamanda biter… Diğer ikisi yok artık…
Kara midye bile o kadar azaldı ki…
Balıklarımız azaldı.
Papalinamızın lezzeti anlatılmaz ancak yenilirse o damak çatlaması yaşanırdı. Şimdiler de Midilli adasından geliyor yada sardalye küçüğü ile idare ediyoruz…
Şimdilerde marina olarak hizmet veren alan öyle müthiş güzel çıpra ve levrek yapardı ki… O eşek ispirozları o yıllarda fakirin sofrasının prensesiydi… O kadar boldu ki ispirozlar, karagözler, mırmırlar… Boklu sarpa bokundan dolayı yenilmezdi…
Ayvalık kalamarı o kadar farklı bir lezzet ki…
Midilli adasında kaldığımız üç gün boyunca her noktasında o kalamarı yedik, Ayvalık lezzetini bulamadık…
Denizimiz o kadar güzeldi ki…
Akvaryum temizliğindeydi…
Ayvalık’tan Cunda adasına motorla gitmek doyulmaz bir lezzetti… Denize bakarak ve denizin berraklığında gitmek öyle güzeldi ki…
Denizimizin içi öyle zengin, öyle çeşitlilik içindeydi ki…
Adalarımızın varlığı ve onların yarattığı doğal zenginliklere bütünlük içinde baktığınızda işte benim cennetim dediğiniz yerin adı hep sizi Ayvalık’a getiriyordu…
Her dalan kişinin denizden çıkardığı o muhteşem güzellikte ki pinaların değerini sonradan öğrenecektik… Evin içinde süs olarak dursun diye dünya da bir benzerinin Kızıldeniz de olan pinaları da yok ediyorduk..
…..
Ayvalık’ın muhteşem sualtı zenginliğini anlatan çok güzel bir yazı, okuyalım mı…
“Ege Denizi’nin derinliklerinde, Ayvalık kıyılarının birkaç mil açığında gözlerden uzak bir cennet var. Yalnızca sualtı tutkunlarına kucak açan bu gizli cennet binbir renkli sualtı canlıları, çeşit çeşit balıklarıyla göz alıyor. Balıkadamlar buraya yaptıkları dalışlarda sarı, turuncu, pembe ve kırmızı renklerden oluşan mercan ve süngerlerin rengine doyamıyorlar.
Tarihte Kydonia adıyla bilinen Ayvalık, MÖ 330 yıllarından başlayarak çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış. Batısındaki Ege Denizi, ilçenin neden tarih boyunca önemli bir yerleşim yeri olduğunu açıklamaya yetip de artıyor bile. Bir Ege Denizi ki, balıkçılık ve süngerciliğiyle birçok aileye geçim kaynağı olmuş…
Zeytinlikler ve çamlar ile kaplı yemyeşil Ayvalık kıyılarının derinliklerindeki gizli sualtı cennetinde, tüm Ege kıyılarımızın belki başka hiçbir yerinde rastlanmayan yumuşak mercan (Gorgonaria) çeşitleri var. Genellikle 20 metreden daha derinde bulunan bu mercan cenneti, yerli ve yabancı dalgıçlara sualtında geçirdikleri kısıtlı süre içinde olağanüstü anlar yaşatıyor.
Ayvalık’ta kuzey ve batı olmak üzere dalışa açık iki ana bölge var. Bu bölgelerin içinde de toplam 22 adet dalış noktası bulunuyor. Dalış noktaları Ayvalık’a ortalama 6-7 mil uzaklıkta. Bölgenin dip yapısı incelendiğinde dalış için uygun noktaların iki grupta toplandığı ortaya çıkıyor. Bunlardan ilki ada ve kıyılardan başlayan dalışlar. Ayvalık açıklarında bulunan adalarda kıyı şeridini kaplayan kayalıklar deniz dibine doğru uzanıp gidiyor.
Yaklaşık 15 metre derinliğe kadar uzanan açık gri renkteki bu kayalık tabakanın üzerinde bitki ve yosun dokusu yok. Ancak yer yer sarı sünger kümelerine ve deniz kestanelerine rastlanabiliyor. Kayalıkların yanı ve altı genellikle ince, kırmızı sünger doku ile kaplı. Kayaların üzerindeki kovuklarda ahtapottan mığrıya, karidesten boyları 1 santimetreden de ufak yengeçlere kadar pek çok canlı türü yaşıyor.
15 metreden daha derin yerler ise halk arasında “erişte” denilen, boyları 30 santimetre uzunluğundaki yeşil renkli bir bitki örtüsü ile kaplı. Bu doku genellikle 20-30 metre derinliğe kadar sürüp gidiyor. Bu derinlik hattında yer yer dev kayalıklara da rastlanıyor. Bazı noktalarda dik bir duvar görünümünde olan bu kaya kütlelerinin çevresinde çok zengin bir sualtı yaşamı var. Sualtı dünyası tutkunlarının en çok ilgisini çeken yer de işte bu bölge. Kayaların yüzeyi çöldeki kaktüslere benzeyen kırmızı renkli süngerler ile kaplı. Bu kaya duvarların yüzeyindeki kovukların içinde sarı ve kırmızı sünger dokusu bulunuyor. Kovuklar karagöz, papaz balıkları, kardinal balıkları, mığrı, müren, orfoz ve kaya levreği (eşkina) gibi balıkların yuvası. Duvarların etrafında da akıp giden hareketli bir yaşam var: Buralarda melanurya, akya, turna (Akdeniz barakudası), Sphyraena sphyrana ve lagos gibi balıkları sürüler halinde dolaşırken görebilirsiniz. Duvarların tabanından itibaren başlayan kumluk şeritteki kayaların içine doğru oluşan oyuklarda ise ıstakoz, karavida, pavurya ve diğer kabuklu böcekler barınıyor.
Dalış tutkunlarına önerebileceğimiz ikinci seçenekse, Edremit Körfezi içinde oluşan sığlık ve resifler. 50-60 metre veya daha derin olarak devam eden deniz tabanı bazı noktalarda birdenbire yükselerek, 20-30 metrelik sığlıklar oluşturuyor. Tepeleri genelde düz olan ve kayalardan oluşan bu resiflere halk dilinde “banko” deniliyor. Ayvalık’ta bulunan en eski resifler Deli Mehmet I ve II ile Kerbela sığlıkları. Bu sığlıkları gerek Ayvalık civarı gerekse Türkiye’nin diğer yerlerinde bulunan dalış noktalarından ayıran en önemli özellik, mercanlar.
İlk defa Mehmet adındaki bir balıkçı tarafından keşfedilen Deli Mehmet Sığlıkları, daha sonraları süngerciler tarafından ziyaret edilmiş. Kerbela Sığlığı ise genellikle dalgalı, rüzgârlı ve akıntılı. Bu nedenle tekne ile bu noktada demirlemek ve derin dalış yapmak oldukça zor. İşte, Kerbela adı da buradan geliyor. Bu dalış noktalarında kayaların yüzeyi tıpkı süslü bir yelpazeyi andıran kıpkırmızı ve güneş sarısı mercanlarla kaplı. Yumuşak mercanlar sınıfına giren bu canlılara Marmara Adaları ve Antalya’da ancak 50 metreden daha derin bölgelerde rastlanıyor.
Kerbela Sığlığı, en yüksek noktası 30 metreden başlayarak 50 metre derinliğe kadar uzanan yaklaşık 500 metrekarenin üzerinde bir alana yayılan bir kaya oluşumu. Kerbela’ya yapılacak dalışların mutlaka “Derin Dalış Kuralları” ile gerçekleştirilmesi gerekiyor. Ayvalık’ta dalış yapabilmek için bölgede dalış turizmi yapan firmalara başvurmak yeterli. Ama bunun dışındaki dalış noktalarına ulaşmak istenirse, çok önceden resmi makamlara başvurup gerekli izin ve onayların alınması gerekiyor. Ege Denizi’nde yaşayan çoğu balık türünün Ayvalık’ta bulunması da dalgıçlar için bir başka ilgi noktası. 1990’larda başlayan dalış turizmiyle daha da canlılık kazanan Ayvalık, mavi derinliklerinde barındırdığı bu rengârenk cennetle artık sualtı tutkunlarının da gizli sığınağı.” (Ali Ethem Keskin-20.11.2005//SKY-LİFE dergisinde çıkmıştır.)
Buraya kadar sabırla okuduysanız lütfen şu birkaç satırı da yüreğiniz ile okuyun… Çünkü şu sıralar, deniz dibimiz resmen talan ediliyor ve deniz patlıcanlarımız yok ediliyor ve para derdine adeta soykırım yapılıyor… Denizimizde ki kirliğinin doğal süzgeci olan ya da akciğeri olan deniz patlıcanlarımız yok edildiğinde denizimizin tabanı çöl olacaktır. Tabanı çöl olan deniz keyif yeri değil ıstırap yeri olur… Devlet ve kurumları niçin var… Resmen doğal zenginliğimiz yok edilirken böyle seyretmek ne ile anlatılır, ne ile izah edilir bilmiyorum.
Deniz patlıcanlarını koruyacaksa Ayvalık’ta olağanüstü hal ilan edilmesine razıyım..
Denizimizi koruyacaksa Ayvalık’ta olağanüstü hal ilan edilmesine razıyım…
Deniz canlılarımızı koruyacaksa Ayvalık’ta olağanüstü hal ilan edilmesine razıyım…
Yeter ki deniz hıyarlarını(patlıcanlarını) yok etmeyelim…
Denizimizin akciğerlerini yok etmeyelim…
Ve denizimizin uygun yerlerine balık yuvalarına koruma yapacak içi delikli beton bloklar atmak o kadar mı zor yoksa gırgırcıların ağları çok mu değerli…
Ayvalık ölüyor, ey devletim, ne zaman sarılacaksın ne zaman…
Boston da yankılanmış bu güzelim halk ezgisi..
“Gözlerim Ayvalık gibi bir köy görmedi daha.
Bana sor orayı, çünkü oradaydım ben.
Gümüş kapıları altın anahtarları vardır,
Ve duru bir su kadar güzel kızları.”
İlias Venezis ile başladık, onunla bitirelim. Aynı kitabın son sayfasından…
“Bütün ömrü boyunca kendisini koruyan gökyüzüne başını yaslayan” nine bir türlü uyuyamamaktadır. Sanki yaşlı kocası gömleğinin altında yumru gibi bir şey saklamaktadır.
Nine sorar: “Bu ne?”
Yaşlı adam, “bedenine dokunan kalp atışlarına yakın duran yabancı kütleyi çıkarır.
“Bir şey değil, birazcık toprak”tır.
Memleketlerinin toprağı. Gidecekleri yabancı diyarda memleketlerinin toprağını hatırlamak adına fesleğen ekmek için yanına aldığı topraktır.”
Mübadelenin kokusunu taşır fesleğen…
Ayvalık insanını belki de bu yönüyle baktığımızda fesleğen ile anlatmak ya da tanımlamak uygun olacaktır. Dokunmasını bilirsen mis gibi kokar ve sizi de büyüler…
Ayvalık doğumlu İlias Venezis, karşı kıyı da Ayvalık’ı gören bir noktada huzur içinde uyuyor…
İnsan sevgiyi içine sindireceği güne kadar talan etme huyundan vazgeçmeyecektir…
“Ne iyi olurdu, insan olmasaydı.”
Diyelim mi bilmiyorum…
“Ayvalık’a kıymayın efendiler!”
Sevgi ve saygılarımla….