Halil Cibran “Meczup” isimli kitabında “Ruhum ve Ben,” yıkanmak için büyük deniz kıyısına gider. Torbasından bir tutam tuz alıp denize atan insanı görür. Bu “karamsar” insan deyip buradan uzaklaşır. Az öte de bu sefer elinde ki mücevher kutusundan denize şeker atan bir kişi görür. Bu “iyimser” insandır. Yola devam eder: Kumsalda ölü balıkları toplayıp denize atan insan görür. Bu “insansever” insandır. Yürümeye devam eder, sahilde: bu sefer gölgesinin kum üzerinde izlerini çizen insan görür, dalgalar siler, o vazgeçmez, sürekli çizmeye devam eder. Bu “gizemci” insandır. Sahilde yürümeye devam eder. Bu sefer, köpükleri toplayıp kaymaktaşından bir kaseye koyan bir insan görür. Bu “idealist”tir. Yürümeye devam eder. Sırtını denize dönen, deniz fısıltısını duyabilmek için kulağına deniz kabuğu tutan bir adam görür. Bu adam, sahip olamayacağı şeye sırtını dönen, sahip olabildiği şeyden hoşnut olan maddecidir.” Az daha yürür. Bu sefer otlarla kaplı bir yer de başını kuma gömmüş birini görür. Burada yıkanabileceğini düşünür, o bizi göremez ruhum der. Ruhu olamaz diye haykırır: “Bu gördüğün insanların en kötüsüdür, ruhunu gizleyen tam bir softadır.”
İnsan devamlı bir arayış içindedir. İnsanın merak duygusu ile keşfetme özelliği ölümlü yaşamında ölümü yenme adına vazgeçmediği yaşam biçimidir. Uygarlıklar kurar, yıkar, yeniden kurar, yeniden yıkar. Bu böyle sürüp gider.
Bizim hikayemiz de Ayvalık’tır. Burada doğduk, çocukluğumuz burada geçti. Yaşamımızda ki ilklerin çoğunluğunu burada yaşadık. Bizi buralı yapan sadece anılarımız değildir. Bizi buralı yapan sadece doğal güzellikleri ve zenginlikleri değildir. Bizi buralı yapan sadece toprağının güzel kokması değildir. Bizi buralı yapan sadece denizi ve rüzgarları değildir. Bizi buralı yapan değerleri saymakla bitiremem. Bizi buralı yapan, bizi burayla bütünleştiren, bizim burayı sadece sevmemiz de değildir. Bizim ruhumuz burada yıkandı. Biz burada o kadar özgürüz ki bu özgürlüğün içinden geçerken tek isteğimiz öncelikli olarak ahlaktır. Bizler ahlaksız insanların ahlaksızlığı ile bütünleşmiş olan herşeye karşıyız. İnsan da istediğimiz tek şey yineliyorum, öncelikli olarak ahlaktır.
Ayvalık’ı kuran iradenin aldığı güç Namık Kemal’dir. Namık Kemal için herkes her şeyi söyleyebilir ancak kimse ahlaksızdır, diyemez. Vatan şairi olarak bize öğretildi. Kur’an’ın şeriatına inanan biri olarak öğrendik. İlk kez vatan sevgisini, Türk kimliği sevgisini Osmanlı da ondan öğrendik. Padişah, padişah ta olsa yanlışını yüzüne söyleme cesaretini ondan öğrendik. Kamu hizmetinin kamuya gerçekten kendine çıkar beklemeksizin yapılması gerektiğini hizmet olduğunu ondan öğrendik. Namuslu olma bilincini de ondan öğrendik. Ayvalık’ın mayasında Namık Kemal bilinci vardır.
Ayvalıklı olarak 1922 yılından beri tartışıyoruz. Bunu yadsımıyoruz. Ayvalık kültürü denildiğinde rantın peşinden koşan asalakların kentimiz de nelerin peşinde olduklarını da çok iyi biliyoruz.
İttihat ve Terakki, Osmanlının son nefesini vermeden önce elinde kalacak topraklar da vatan savunması yapacak en kaliteli insanlarını bu ülke de belirlediği noktalara tayinini çıkartıktan sonra görevi hainlere bıraktı. Ayvalık bu anlamda vatan savunmasının en kararlı şekilde yapılacak merkezi nokta olarak seçilmişti. Çünkü düşmanın aklında ve ilk sırada olan bir yerdi. Ayvalık’ta yer alan 172. Alay komutanlığında askerden çok komutan vardı. Neredeyse 300 civarında komutan vasfında asker vardı. Osmanlının zor anlarında o koltuğunda oturabilmek adına kan ile alınan toprakları para karşılığında veren padişaha rağmen İttihat ve Terakki yönetimi görev yaptığı kısa aralıklar içinde yürüttüğü akıllı siyaset ile Ayvalık-Cunda ve Küçükköy’ü elde tutmayı başarabilmişti. Yoksa o sıralar da yapılacak basit hatalar da buralarını çok kolay kaybedebilirdik. Boşnak kardeşlerimizin Küçükköy’e yerleştirilmesi bile tam bir isabet ve nokta atışıdır. Orası Cumhuriyetin Küçükköy’üdür. Gelenlerin adını değiştirme gayretleri yanlıştır. Yel değirmenleri Küçükköy’ündür. Küçükköy’e hizmet edecektir.
Cunda adasına Girit adasından gelen büyüklerimizin yerleştirilmesi de öyledir. Girit adasında çok uzun yıllar atalarımız yaşamasına karşın hep ürkek oturmuşlardı. Ana kayadan uzak olmak onları hep tedirgin etmişti. Ellerinde güç varken bir tek Rumun yada Yunanlının ne kanına ne de bahçede ki çiçeğine zarar vermemişlerdi. O zor koşullar da ve hain yöneticilere karşın ne peygamberin kitabından ne de Türklüklerinden vazgeçmemişlerdi. Osmanlıya kurşun sık dediklerinde ölüme gülerek gitmişlerdi. Cunda onların vatanıydı. Vatan sevgisini göç edenler çok iyi bilir. Anılarının şimdilik saklandığı Despotun Evi’nin bu şekilde değerlendirilmesi onları çok üzmüştür. Onları üzen öyle çok şey var ki… Bu ülkenin okumuş, akıllı çocuklarının yapmış oldukları hainlikleri de unutmaları mümkün değildir. 12 Eylül sonrası cebinize bir milyon koysaydınız adanın tamamının tapusunu alabilirdiniz. Kayınpederime ailesinden bir ev miras kaldığında kayınpederim evini satabilmek bir yıl uğraştı. Ev, viraneydi. Yıkıktı. Adanın tepesindeydi. Baba, biz alalım dedik. Olmaz, dedi kayınpederim… Güner, damadına yıkık ev sattı dedirtmem dedi. 4 milyona anca satabildi. Alan Ankaralı bir profesördü. İki yıl sonra evin onarımı tamamlanıp evin sahibince kullanılmadan önce kayınpederim, gel sattığım evi dolaşalım, dedi. Evi dolaşırken, anılarını anlattı. Şayan bahçede ki ağaçlarda ki hatıralarını anlattı. Kayınbederim, oğlum alan adam çok masraf etti. İyi ki size satmadım. Siz bu onarımı yapamazdınız, dedi. Baba, dedim ben de sonradan öğrendim. Bu masrafı o yapmadı ki.. Ne diyorsun sen, dedi. Baba dedim, projeyi yaptırıp onaylattıktan sonra devletten geri ödemesi olmayan kredi ile ev yapıldı. Bilseydim, size söyler ve satılmasına mani olurdum, dediğim de koca adamın gözleri yaşlarla dolmuştu. O kişi beş yıl sonra o evi 600 milyon liraya satmıştı. Ne var bunda diyenleriniz olacaktır… Sonra ne olduysa oldu. Birileri Ortodoks ruhani gücün etkisinden faydalanmak adına Ayvalık’a hücum etti. Hücum ederken, sermayenin gücüyle geldiler, devletin yönlendirilmiş ve teslim olmuş siyasetin gücüyle geldiler, ruhu paraya satılmış sözüm ona “aydın” denilen soytarılarla geldiler… Ada halkını yok etmek adına her şeyi kullandılar. Yönetmelikler çıkardılar, değiştirdiler, yeniden çıkardılar, yeniden değiştirecekler…. Ada halkının direncini kırmak için her şeyi yapar oldular.
Yine hiç unutmuyorum. Babam öğretmendi. Onu çok seven öğrencisi hocam ailem, babamın hastalığı için Sarımsaklı da olan bahçemizi satacak, siz alın dediğinde babanla görüşeyim, dedi. Babasıyla görüştüğünde babanın kendi iradesi dışında tedavi nedeniyle çocuklarının satmak istediğini, kendisinin ise bu bahçeyi onlara bırakmak dışında bir gayesi olmadığını söyledi… Babam öğrencisine dönüp, oğlum yerinizi alamam. Babanın aklı yerinde.. Satılmasını istemiyor. Babam o yeri almış olsaydı, bugün biz de zengindik… Zengin olmak bu ülke de bazen bu kadar kolay olabiliyor. Babam bize kitap aldı. Okumamızı sürekli olarak söyledi ve üzerinde düşen görevi layıkıyla yaptı.
Midilli adasından mübadele den önce gelen atalarımızın çoğunluğu Kurtuluş Savaşı’nda ateş hattında yer aldı. Kurşun sıktı. Mübadeleyle gelenlerin çoğunluğu da gözü yaşlı ayrıldı adadan… Çok azı da gecenin karanlığında binbir zorlukla üzerindekilerle kaçabildi. Dedem de onlardan biriydi…
Ayvalık’ın merkezi olan Ayazment ise yani Altınova da o yıllar da Bergama’ya bağlıydı. Altınova bizim ağızla yörüklerin yaşadığı yerdi. Ve tam olarak belki daha fazla olabilir, en az bin yıldır orada yaşıyorduk. Yaşadığımızın belgesi olan Küçük Cami yıkılsın diye bakmıyor muyuz, öfkemden deli oluyorum. Ova, altın değerinde güzel bereket saçan bir hazineydi. Ancak toprak insanının kaderi her yerde aynı… Bütün yıl güneşin altında çalış, kazandığını git yosmanın yatağında birkaç günlük keyif için ver…
Şimdi düşünelim…
Kiracısınız.. Kültürlü ve sanatın kıvrak sokaklarında zeka ile dolaşırken insanların emekleri çok iyi satan ya da kullanan özelliğiniz de var. Mal sahibine diyorsunuz ki evinizi kira karşılığında onarayım… O da peki desin. Siz de bu onarımı yazın işin en yoğun olduğu dönemde yapın hem de bu işi devletin geri ödemesi olmayan krediyle yapın..
Soruyorum sizlere bu güzel ahlak mıdır… Biz böyle ahlak sahibi kişiyi mesela kendimize rehber edinebilir miyiz…
Bilgisini sadece kendisine, kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanan kişilere saygı duyabilir miyiz. Üstelik bu bilgiler, yönetmelikler ve kanunlar o yöre insanının kullandığı, yaşadığı mekanlar için çıkarılmış iken… Tamam bilgin için komisyon alabilirsin ona sözüm olmaz, ancak mal sahibini haberdar etmeden olmaz, olmamalı, burada devletimizin de bilgilendirme de çok ciddi yanlışları olmuştur. O yüzden bu ülkenin okumuş çocuklarının çoğunluğuna kızıyorum. “Kendine Müslüman” tavırları yüzünden ne kendileri mutlu olabildiler ne de ülkemiz.. Babamın çocuklarına özellikle erkek çocuklarına vaadi, benim karşıma üç ah ile gelmeyeceksiniz.. Genç kızın ahı, emeğin ahı ve ahlı mal almayacaksınız…
Bugün insanımızın kendi vatan toprağını rant uğruna sömürmek ve bitirmek için uğraşıyor olması öyle büyük çelişkidir ki.. Bir yandan vatan millet diyeceksiniz diğer yandan o vatan ve milletin zenginliklerini kendiniz gibi hain kişiliklerle beraber soyup soğana çevireceksiniz… Zengin olduğunuz da insan olduğunuzu saygı duyacağınızı düşünüyorsunuz… Oysa geride kalan çocuklarınız bile size saygı duymuyor… Fotoğraflarınızı çöpe atıyor…
Dedim ya yazının başında bizim mayamız da Namık Kemal’in ruhu var, alınteri var, vatan sevgisi var, çalışma ve üretme gücü var, yüzüne söyleme cesareti var. Öyle cesur ve temiz ve ahlaklı yürek olacaksınız ki sizi oradan oraya süren padişahınız bile öldüğünüzde size duyduğu saygıdan mezarınızı anıt mezar yapacak…
Yine dönelim mi Halil Cibran’a…
Üç karınca güneş altında sere serpe uyuyan adamın burnunda karşılaşır. Birinci karınca: bu tepeler, bu vadiler bugüne kadar gördüğüm en boş yerler; bütün gün tek bir tohum aradım, nafile, dedi. İkinci karınca: Ben de her köşeyi, her aralığı yokladımsa da bir şey bulamadım. Sanıyorum, halkımın ‘hiçbir şeyin bitmediği kımıldayan kumlar” dediği şey budur,! dedi.
Üçüncü karınca: Dostlarım, biz şimdilik Ulu karıncanın burnunda duruyoruz. Güçlü ve sonsuz bir karınca, gövdesi tümünü göremeyeceğimiz kadar büyük, gölgesi bizim sınır çekemeyeceğimiz kadar geniş, sesi bizim duyamayacağımız kadar kuvvetli; her yerde var olan yüce güçtür o.
Üçüncü karınca konuşmasını bitirirken adam uyandı. Burnunu kaşıdı. Üç karınca ezildi…
Diyeceğim o ki bizi ezen Ayvalık olsun…
Ayvalık’ımızı ruhunu gizleyen ahlaksızlar ezmesin de…
“Bazen
Yengeç yuvalarına saklandım;
Bazen midye kabuklarına…
Zaman,
Soluduğum,
Hava kabarcıklarıyla tırmandı.
Yem olmadım ama köpekbalıklarına,
Oltam,
Balıksız kaldı.” H Hikmet Esen(ustamıza da rahmet dileyelim)
Sevgi ve saygılarımla….