“Nedenini bilmiyorum, Ayvalık’dayım
-Ayvalık’a mı
yeniden gösteriyorum biletimi
hatırlıyorum da, bir arkadaşım vardı benim
tarçından örülmüş bir suskunluktu dili
hey kaptan! sen bilir misin, var mı hiç görmüşlüğün
tam Ayvalık gibiydi yüzü, şimdi karşımda.”
(Edip Cansever-Saat Onda Kalkacak Vapur-şiirinden…)
Ayvalık’ı anlatmak keşke kolay olsaydı.
Bir kentte yaşamak bu kadar mı güzel olmalıydı…
Bir kenti dövmek bu kadar kolay mı olmalıydı…
Bir kente sahip çıkmak bu kadar mı zor olmalıydı…
1980’li yılların başında Ayvalık’ta çekilen “Kırık Bir Aşk Hikayesi’nde zengin iş adamının kızıyla nişanlanan erkeğin kasabaya yeni tayin olmuş öğretmen ile olan gönül ilişkisinde kasabaya sevgilisiyle birlikte bindiği fayton ile meydan okusa da sonunda yenilgisi anlatılır. Bu sefer aşkını bağrına basıp Ayvalık’tan uzaklaşan bir kadındır.
Ayvalık’ta aşkı, huzuru anlatmak kolay gibi görünsede o kolaylık yaşamın içine girildiğinde insanların gönül okyanuslarında ki dalgaları hissedebilecek kadar yakınlaşıp anlayabildiğinizde o masum gibi görünen dalgaların tsunami etkisinde yarattığı acıları da yüreğinizde hissedersiniz…
Çocukluğumuz da ismi her geçtiğinde büyükler tarafından “aman dikkat edin” diye uyarıldığımız Çiyan İsmail isimli büyüğümüze yakından baktığınızda büyük bir dram görürsünüz… Çocukluğunda el bebek gül bebek büyüyen İsmail’in kaderi babasının erken ölümüyle büyük ağabeyin anneyi alıp İzmir’e yerleşmesiyle, İsmail’in kaderi de değişir. Yoksulluk ve dışlanmışlık onu toplum hayatının dışına iter…
Çocukluk ve lise yıllarımda her Ayvalık merkezine indiğimde Yapı Kredi bankasının mekan önünde ki taşları sürekli silen Nazım büyüğümü görürdüm. Hikayeyi herkes bilir ama kimse tek laf etmezdi. Nazım bıkmadan üşenmeden o tozları silerdi. Camların önündeki granit taşları ayna gibi parlardı. Silerken ne düşünürdü bilmiyoruz. Vermek istediği mesaj neydi bilmiyoruz.
İnsanın huzur ile olan mücadelesi keşke hep mutlu son ile bitseydi. Kimin hangi gönülde takılı olduğunu bilmiyoruz ki… Hele bu yer Ayvalık ise hele bu yaşayan Ayvalık insanıysa aşk, huzur ve bunalım üçgeni içinde o yaşamın nasıl bir huzursuzluk isyanı içinde olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Ayvalık insanı işte o huzursuzluğu kendi içinde uyguladığı bir yöntemle huzura dönüştürür. Bunu nasıl yapar, nasıl uygular onu ancak kendisi bilir. Bunu bilmek içinde çabalamayın… Ayvalık’ta aşk gözlerin o anlamlı bakışlarında yaşanır. O birkaç saniyelik bakışlar içinde birbirlerine aktarılan ışıkların etkisinin yarattığı sızı, bazen bir ömrün içinde yaşanması gereken bütün mutlulukların hikaye özeti olur.
Ayvalık’ta okşanacak sevilecek o kadar fazla şey var ki… Evlerini okşayabilirsiniz. O birbirine dayanarak ayakta kalan evlerin sokaklarını ise her nefes alış verişinizde içinize yutma isteğiniz o kadar güçlü olur ki… Bunu en güzelde ressamımız Orhan Peker bir cümle ile anlatır; ‘Ayvalık sabahları “bir şiirdir.”‘
Ayvalık bugünlerde huzursuzluğun pençelerinde boğuşuyor. Bir türlü kaynaşamayan insan karakterimiz en ufak kıvılcımda patlamaya hazır durumda olması bir noktada hepimizi üzüyor, yaralıyor. Bunu da doğal görmek gerekiyor. İnsanın sevgi duygusu ne kadar gerçekse kıskanma duygusu ile kendini belli eden kızma, öfke duygusu da o kadar gerçektir.
Ayvalık evlerinden iki tanesinde çocukluğum ve gençliğim geçti. O evlerde yaşamanın zor olduğu yıllardı. Yoksul insanların yaşadığı o yıllarda o evler anılarıyla bugünlerde bizlerin düş konakları oldu. Yazın geldiğini evin duvarlarının çivit boya ile badana yapıldığında bilirdik. Mutfağa her akşam herkes yattıktan fare kapanı özenle yerleştirilirdi. Tuvalet bahçenin diğer ucundaydı. Çamaşır yıkamak büyük çileydi. Sabahın erken saatlerinde odun ateşi yakılır ve kül oluşurdu. Sonra kaynayan kazanlarda bu kül ile o kirli çamaşırlar kaynalatılırdı. Elle çitilenirdi. Ailenin o çamaşır gününde herkes birbirine destek olurdu. O yıllarda zengin olmanın göstergesi çamaşır günlerinde eve çamaşırı yıkamaya gelen emekçi kadının varlığıydı. O evin kadını bunu keyifle yaşar ve yaşadığını keyifle hissettirirdi. Bunu da Ayvalık’ta en iyi anlatan At Arabacıları meydanının ressamı Arif Buz hocamız olmuştur. Dört çalışmasıyla Ayvalık’ı anlatmıştır. O yıllarda Ayvalık evlerinde yaşamak çok zordu. Haftada bir gün kapının arkasında yıkanılırdı. Sokağa sabunlu, köpüklü sularınız akardı.
Eskinin, o yılların insanda en büyük korkusu anlaşılamamak yani yalnız bırakılmak ve dışlanmaktı. O evlerin her birinin hikayesi çok farklıdır. O hikayeleri merak etmiyor ve düşlemiyorsan bulunduğun yerde mal sahibi olsanda farketmez misafirsin bunu unutma…
Babam evimizin bodrum katında küçük bir oda içinde soba+üzerinde sıcak su kazanı bulunan bir ufak hamam gibi çalışan bir sistem yaptığında hiç unutmam sokağımızdaki bütün kadınlar annemi çok kıskanmıştı. Annem onbeş günde bir eve bizleri almazdı. Sokağımızdaki yaşlıları yıkardı. Onlar anneme dua ettikçe annem öyle mutlu olurdu ki…
Eve buzdolabı geldiğinde herşey bir anda değişti. O gece yemekte annem babama bugün bütün öğleden sonram bana kaldı. Öyle dinlendim ki… Babam ne oldu ki der gibi baktığında akşamın yemeğini sabahtan yapmıştım, buzdolabına koydum. Akşam ısıtıp koydum, sofraya demişti. Kapitalizm evin kadınını teslim alıyordu.
Hayat öyle gizemli ve coşkulu ki dostlarım bunu hayatın içinde yaşarken çoğu zaman o koşturmaca içinde farkına varamıyorsunuz. Farkına varamadığınız o şeyler işin özünde sizin hayatınızda eksik yaşadığınız ya da eksik bıraktığınız hikayeler oluyor. Bir hikayeye bağımlı yaşamaktan çok hikayenin içinde yer aldığınızı görmek olarak da tanımlayabileceğimiz modernizm salgını kültür devrimini tamamlayamayan insanımızın hayatını her noktada alt üst etti. Bu alt üst edişinin faturasını çok ağır ödeyeceğiz.
Bir doktor arkadaşımın Ayvalık’ı tarif ederken söylediği bir ifadeyi unutmam mümkün değil… Ayvalık’ın İzmir tarafından girişte Karayollarının oradan Ayvalık’a baktığımda “yeniden ana rahmine” girmiş gibi oluyorum. Bugüne kadar Ayvalık’ın o huzur ile huzursuzluk arasında yer alan dinginliğini bu kadar muhteşem anlatan iki sözcük “ana rahmi” oldu. İnsanın ana rahminde ki huzuru kendinisini şevkatle koruma altında tutan o koruyucu kılıfa karşı olan mücadelesi öyle muhteşem bir süreçtir ki bunun keyfini yaşamakta bir kadının yaşamında ki en heyecanlı en ihtiraslı ve en keyifli bir mücadeledir.
O bebek doğduğunda herşey çok değişir. Oysa değişmemelidir. Türk kadını yoksulluğun pençesinde anne olmanın keyfini yaşayamadan, hüznünü yaşayan kadının çocuğuna verdiği o şevkatle aşmaya çalışmanın sıkıntılarının sıkışıklığı içinde farkında olmadan o şevkat yoğunluğunu kız çocuğunun yüreğine oya gibi işlemesinin ağırlığını yaşıyor bu toplum bu günlerde… Çocuklara adanan bir hayat ile yaşamdan vazgeçmenin kabul edilecek bir yanı yokken bunu giderek daha da içselleştirmek sanırım yarınların dünyasında çok mutsuz insanımız olacak gibi görünüyor…
Dünkü insanımızı ayakta tutan o aşk ile tanımlanan birkaç saniyelik bakışlar ya da birkaç kelimelik konuşmalar iken bugün bunun bir önemi yoktur. Aşk başta olmak üzere herşey modernizmin ruhuna uygun şekilde kabuk değiştirmiştir. Herşeyden bir anda vazgeçebilen insan modelini ve bunu kendince başarıya dönüştürdüğünü söyleyen, söylemekle kalmayan bu yaşam tarzını öyküleştirerek gençlerin önüne koyan ve bununla mutluluğu yaşamalarını isteyen acımasız kapitalizm her şart altında insanı insan ile yıkmayı çok iyi becerebiliyor.
Neydi aşk, dün için…
Aşk dediğin şey ateş yaratılışlı bir kevserdir. İçmek istersin içemezsin, çünkü ateştir, seni yakar. İçine girmek istersin giremezsin çünkü yanarsın. Aşkı cennet ile anlatırlar ancak cehennemin adıdır. O yüzden giremezsin, yanarsın…
Dünkü aşklar böyleydi…
Ayvalık’ta dün böyleydi.
Aşık olduğuna elinin değmesi bile zarar verecek diye çekinilirken bugün neredeyse değdiği her noktayı ballandıra ballandıra anlatan çürümüşlük ve kokuşmuşluk içinde oluşturduğu bataklığın içinde sayı ile ifade edilen bir bayağılık konumuna düşmenin acizliği içinde olmasıdır hepimizi üzen…
Bir yaşlı büyüğümle rakı içmenin keyifli bir anında cebinden çıkardığı bir cüzdan içinde yer alan bir vesikalık fotoğrafın hikayesini öğrendiğimde duyduğum saygıyla elini öpmüştüm…
İnsanları, toplumları, devletleri ayakta tutan aşktır… İnsanın içinde kendisine, içinde bulunduğu yere ve devletine duyduğu derin aşk yoksa söylerim size nasıl gideceksiniz koşa koşa ölüme…
“Aşk imiş her ne var alemde.”
Hazreti Muhammed’in şu sözü de çok önemlidir; “en seçkininiz ahlakı güzel olanlarınızdır.”
Ayvalık’a gelince; Ayvalık’a aşk ile bakanlar, Ayvalık’a çıkar ve para ile bakanlar…
Mücadelemizin özü budur.
Ayvalık dilenen insanların değil direnen insanların yaşadığı bir yerdir… O direncin içinde aşk ilk sırada yerini alır…
Ayvalık anlatılmaz ancak aşk ile yaşanırsa anlaşılır…
Sevgi ve saygılarımla
Vecdi Yılmaz