Bir gün Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri Tevfik BIYIKOĞLU tarafından Erenköyü’ne adresine bir mektupla bir eser taslağı gönderildi. Atatürk’ün kendisine mektupla takdim edilmiş olan ve ilişik olarak gönderilen yazıların tarafından incelenmesini arzu buyurduklarını, Yalova’dan dönüşlerinde, bu kitap hakkındaki düşüncelerini dinleyecekleri bildiriliyordu.
İslam tarihinin ilk devirlerini ve peygamber yaşantısını anlatan bu eser, bilimsel bir etüd kılığına bürünülmüş olmakla beraber, gerçekte böyle bir nitelikte bulunmuyordu. Bunun papazlar tarafından yazılan kaynaklara dayanılarak kaleme alındığı ilk bakışta anlaşılıyordu. Büyük dinlerden birisinin kurucusu olan Muhammed, bu eserde kendinden geçmiş, isterik bir adam, ortaya attığı esaslarda başka dinlerden, nitelikleri kavranılmayarak alınmış şeyler gibi anlatıyordu. Arabistan çöllerinde yalnız bir din değil, büyük mücadelelerde bir de örgütlenmiş devlet kuran Muhammed, Selman Farisi gibi bazı yakınlarının önerileriyle hareket eden kişiliği olmayan sönük bir derviş gibi belirtiliyordu.
Aradan bir hafta geçtikten sonra Genel Sekreter Atatürk’ün ertesi gün öğleden sonra benimle görüşmek arzusunda olduğunu telefonla bildirdi. Saraya gittim. Başyaver Celal Üner beni Atatürk’ün üst kattaki çalışma odasına götürdü. İçeri girdiğim zaman, yazı masası önünde oturan Edebi Şefin, denize bakan pencere yanında bulunan koltuktaki Başbakan İsmet İNÖNÜ ile tatlı tatlı görüştüklerini gördüm. Saygıyla her iki şefin ellerini sıktım.
Eserin gerçeğe uygun ve bilimsel bir değeri olmadığını söyledim ve fikirlerimi açıkladım. Ben sözlerime devam ederken Büyük Ata’nın, her bakışında binbir anlam beliren gözlerinde uygunluğu andıran bir şimşek çaktığını sezmiştim.
Ben sözlerimi bitirince Atatürk, Milli Şef’e dönerek:
“Muhammed’i bana, kendinden geçmiş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek kişiliğini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlatmaktan da çok uzak görünüyorlar. Kendinden geçmiş ve bir derviş UHUD SAVAŞI’ndan en büyük bir komutanın yapabileceği bir planı nasıl düşünür ve uygulayabilir? Dedi.” Önündeki kağıda UHUD SAVAŞI’nın planını çizdi. Milli Şef’e uzattı.
Her iki tarafın kuvvet ve durumlarını, alınan tedbirler, peygamberin savaştan önce ve sonraki kararlarını beni hayrette bırakan bir bilgiyle açıkladı. Sonra Milli Şef’e hitaben, “O zaman orada siz komutan olsaydınız; bundan başka mı hareket ederdiniz”? diyerek alınan tedbirlerin yerinde olduğunu o büyük askere de doğrulattı.
Ben 13 yüzyıl önce Medine çevresinde geçen bir savaşı bütün inceliğiyle canlandıran iki büyük komutanın belirttikleri sahneyi sanki seyreder gibi dalmıştım. Atatürk birdenbire gözlerini bana çevirerek: (devam edecek)