Atatürk devriminin özü birey üzerine kurgulanmıştır. Kişinin birey olabilmesi keşke kolay olabilseydi. Kişinin kendini fethetmesi bir anlam da en büyük devrimidir. Ancak insanoğlu bencildir, kendisiyle uğraşmaktansa karşısında kişiyle uğraşmayı sever. O nedenle Atatürk’ü okuyarak anlayamazsınız. Atatürk’ü yaşayarak öğrenirsiniz. Yaşamak, aklımızla, bilgimizle ve emeğimizle yaşamak ve sürekli kendini sorgulayarak yaşamak öyle zor ki… Oysa karşısındaki eleştirmek, onun hataları üzerinden kendine bir yol çizmek öyle güzel ve heyecanlı ki…
Özellikle bazı kavramları karıştırmak ta ise öyle şeytanız ve bunu da öyle güzel yapıyoruz ki… Örneğin; ilim ile bilimi karıştırmayı çok seviyoruz. Kesinlikle aynı değil ve aynı anlamları kesinlikle içermiyor. Ancak bunu görmemezlikten geliyoruz ve şark kurnazlığının en tatlı hilesini büyük bir keyifle ve istekle yapıyoruz. Ve yaparken de Atatürk’ün bir paragrafının ilk cümlesinden birkaç kelimeyi çekip onun üzerinden yapıyoruz. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Oysa işin aslı bu: “Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, muvaffakiyet için, en hakiki mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir. yalnız, ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekamülünü idrak etmek ve terakkiyatını zamanında takip eylemek şarttır. ” Bakın Atatürk ilimin yanına mutlaka “fen”i koymuştur. Fen’den kasıt bilimdir.
“Ölmek istemiyorum” feryadının çığlığı şu birkaç gündür hepimizin dengesini bozdu. Oysa son yıllarda öldürülen bütün kadın ve kızlarımız ölmeden önce o feryadı, o çığlığı atmışlardı. Öldürülen ya da öldürülme teşebbüsüyle o anları yaşayan kadınlar, bir süre önce o erkeklerin ya aşkları ya da evlendiği kişilerdi. Ne oluyordu da olaylar bu noktaya geliyor ve dün canı olan bugün düşmanı olup en acımasız şekilde öldürülüyordu. Bu konu çok önemlidir ve toplum mühendisliği ile birlikte toplum sosyolojisi ve psikolojisi üçü birlikte bu konuda çok geniş kapsamlı bir çalışma ile önümüze detayları koymak suretiyle bir rapor hazırlanmasının sorumluluğunda olanların bu konuları sıradan halkımız gibi izlemesi de ne acıdır ki tam anlamıyla bir “köylülük”tür. Sorumlu olanların, sorumluluk hissetmeden çözüm konusunda bu çağda olmayacak şeylerin yapılmasına yönelik duygusal linç kültürü içinde toplumun çığlık atarak bağırmaya geçmesini beklemesi ve o çığlıktan olmayacak bir uygulamayı devlet üzerinden idam edelim kararını bir anlamda halka onaylatarak uygulama eğilimi içinde olmak eğilimi de tam anlamıyla “köylülük”tür. Yine o çığlığı bize telefonuyla çeken ve paylaşarak önümüze koyan 19 yaşındaki genç kızımızı da yargılamamız yani niye çekiyorsunuz, adamı öldürüp ya da elinde ki bıçağı niye almadın anlamında söylüyorum, diye düşünmemiz de “köylülük”tür… O video görüntüsüne bakıp ahlar, vahlar içinde içine beddualar koyup paylaşımlar yapanların duruşu da “köylülük”tür. İlle o tepkiyi koyman için görmen mi gerekiyor. Her gün ülken de kadınlar bu nedenle öldürülüyor. Portekiz de iki ay içinde 6 kadın öldürüldü. İnsanlar sokağa çıkıp sessizce yürüdü ve hükümet bir ay ulusal yas ilan etti. Çözümü ilk sıraya koydu.
Kolaycılığı seviyoruz. Çoğunluk bağırıyorsa biz en güçlü şekilde bağırırsak sanki daha fazla adam olacakmışız gibi kendimize değer biçiyoruz.
Kolaycılığı seviyoruz. Şark kurnazlığı üzerinden üretenin elinden ürettiğini bedavaya almayı hüner sayıyoruz.
Kolaycılığı seviyoruz. Dinlediğimiz müzik, klasik ya da oda ya da opera müziği ya da batı müziği ise bilgisizliğimiz görülmesin diye yaygarayı basıyoruz, kendimizi üste çıkarmak adına her türlü laf cambazlığı yapmayı hüner sayıyoruz.
Kolaycılığı seviyoruz. Kent de köy ortamındaymış gibi yaşamayı, davranmayı ve ilişki grup baskı unsuru oluşturmayı hüner sayıyoruz.
Bunları böyle çoğaltabilirim.
Bugün gelişmiş toplum ile topluluk arasında ki en önemli fark kişinin birey olma vasfıyla doğrudan bağıntılıdır. Kişi birey değil de daha çok cemaat içinde var olan kulluk ile doğrudan ilişkili verilenle yetinen, verilenle yaşayan, baş kaldırmayan, biat eden duruşuyla yeni şeyler öğrenmeye karşı direnen ve öğrenmeyen ve değişmeyen kalıbıyla sadece kendi çıkarını düşünen ve o çıkarlar için kötülüğe sığınan, kötülükten medet uman, inandığı her şeyi çıkarı için kullanan ve bunu büyük bir inançla yaptığını gururla çevresine hissettiren ve adeta üstat Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi “betonlaşmış kafalar”ın davranış ve eylemliliği içinde olan “kul” konumunda ki insanın varlığıdır, toplum içinde ki yüzdesidir ve bulunduğu toplum içinde ki etki gücüdür…
Atatürk’ün devrimleri hayatın içinde yaşanılarak öğreniliyor ve yaşanılarak bir bedel üzerinden değişiliyor. Bedeli ödeyenler de ne acıdır ki toplumun içinde öncü olanlar ve insan olmayı becerebilenler oluyor.
Usta yazarımız Şükrü Erbaş “köylülük” yönümüzü öldürmeliyiz şiirini yazdığında Demirel ayağa kalkmıştı. Merhum Demirel, almış olduğu üst düzey eğitime rağmen ülkemiz siyasetinde köylülüğü en iyi yöneten siyasetçilerin başında gelmişti. İnsana aklını kullanmayı vermediğinizde maddi anlamda ne verirseniz verin sonrasında elinden hepsini alırsınız. Demirel’in köylümüze verdiklerini merhum Özal neredeyse çoğunu almıştı. Sonuçta devletin toplumuna verdikleri de ne acıdır ki elinden alınıp yabancılara verildi.
Atatürk “köylü” efendimiz demiştir. “Köylülük” değil.. “Köylü” ile “köylülük” aynı şeyler değildir. Biri emeği, üretimi simgeler diğeri de şark kurnazlığını, işine geldiğince davranmayı, arsızca istemeyi, kadına mal gözü ile bakmayı, kendini masum göstermeyi, yeri geldiğinde bilmiyodum amirim deyip aptala oynamayı, hemşehri ayağımız üzerinden kendine yontmayı, kolaycılığı, kopyacılığı, koğuculuğu, gösterişi, saltanatı bu böyle uzayıp gider. Bunlar hep davranış bozukluklarıdır, kişilik bozukluklarıdır. Bunlar hep bizim kulluktan bireye geçemememizin üstünü örtmeye kullandığımız sahteliklerimizdir, maskelerimizdir. İşine geleni gör, işine gelmeyen karşısında dilsiz ol, kör ol, sağır ol.. Bu “köylülük” hastalığından kurtulmak zorundayız. Bu hastalık en büyük belamızdır. Çünkü neyi yapar ve neyi planlasanız bile bu hastalıklı yapı öndeyse hiçbir şey yapamazsınız. Diyorum ya insanın insan olması çok kolay değildir. Komşu üzerinden namus tarifi yapmak yada komşu üzerinden emek tarifi yapmak yada hırsızlık tarifi yapmak öyle zevkli ve kolay ki…
Unutmayalım ki bu ülke insanının en büyük belası bu “köylülük” ile özetlenen davranışlar bütünlüğüdür. Bu davranışlar hepimizi etkiliyor ve sonunda insan olmamızı bir şekilde engelliyor.
“Kol kırılır yen içinde kalır” bu “köylülük” davranış hastalığının üzerini örten en güzel sözümüzdür. O zaman da hep maskelerle dolaşıyoruz ve birbirimizi sokuyoruz. Kandırmayı çok iyi beceriyoruz. Çünkü kandırılmaya yatkın olmakta “köylülük”tür.
Doğrudur, köylüyüz, ben de köylü yanımla övünç duyuyorum. İçinde yoktan var etme ve üretme gücü ile yaşama mücadelesi vardır. Ancak bu yaşımda bile bu kadar muhalefet özelliğime karşın “köylülük” hastalığından üzerime yapışanlardan ben bile tam anlamıyla kurtulabilmiş değilim. Kurtulmak zorundayız. Yoksa ziyan olur, gideriz.
Atatürk bu ülkeyi kurarken “kimsesizlerin kimsesi” olacak ve insanın kül olmaktan çıkıp birey olacak ve devletinin yönetiminde söz sahibi olacak diye hayal ederek kurdu. Ancak kim bir adım öne geçtiyse değiştirmek istedi. Kimse üzerine bir tuğla koymayı hedeflemedi. Hedeflenen yeni padişah benim bana biat edin duruşu oldu. Kulun padişah olma hevesi temenni ederim ki devletimize yıkım getirmez. Milletin çocuğuna, köylünün çocuğuna Cumhurbaşkanı, başbakan, Anayasa Mahkemesi başkanı ve yine üst düzey makam.sahibi olma yolunu açtı. Ancak gel gör ki o yok mu “köylülük” ne acıdır ki bir müddet sonra etrafında oluşan çıkar grupları nedeniyle çok kolay yozlaştı ve çürümeye hazır hale geldi. Kulun birey olamamasının faturasını çok ağır ödeyeceğiz. Biat kültürü çemberi içinde yetişen insan devlet ya da siyaset yönetiminde yükseldikçe yanında birey değil kul istiyor. Kul istemesiyle birlikte yolu kendisine bu olanağı veren yönetimi devirmek oluyor. Olur mu olacağını sanmıyorum. Çok sıkıntı çekilecek ancak çoğunluk çekilenlerin “köylülük” kültürü olacağını görecek ve onu bugünkü dünyaya adapte ederek ülke ve insanına nefes aldırarak yeniden şahlandıracaktır.
“Köylülerin rektör olma şansı Atatürk Cumhuriyeti reformlarının sonucudur. Gerçi nasıl köylü kente göçse de köylü kalıyorsa, fazla değişmeden rektör de olabiliyor. Bugünün yaşamında köylülük tarımsal toplum davranışlarından kurtulamamak ve özgürlüğün bilinçlendirilememesi anlamına gelir. Çağa uyum sağlayamayan köy mantalitesi temel bir egemen kültürel özelliktir. Köylü en yüksek koltuklara da oturabilir. Buna Yedi Sekiz Hasan Paşa (Abdülhamid’in yazı yazma bilmeyen Beşiktaş muhafızı) sendromu diyebiliriz. Bir Osmanlı özelliğidir.” (Doğan Kuban)
Atatürk’ü anlayabilmek ve gerçekten ben Atatürkçüyüm diyebilmek yine ben Hazreti Muhammed’in dininin gerçek müminiyim diyebilmek için maskesiz dolaşmak zorundayız yani insan olmak zorundayız.. Ve her hareketimize, davranışımıza, sözlerimize, ilişkilerimize sinen ve insanın toplum içinde kendi kültür birikimiyle yaşayabilme cesareti üzerinde yapışıp kalan ve bizi çok kolay boğan, tüm alışkanlıklarımız ile kişisel zaaflarımızı okşayan feodal düzeninin zehirini dolayısıyla “köylülük” hastalığını yenmek zorundayız. Bunu yenemezsek bilelim ki gelecek dünya da yerimiz olmayacaktır…
Nitelikli bilgi ve emeğin bilincinde olmak, düşünebilme yetisine sahip olmak, bilincin farkına varmak, duygu ve düşüncelerini yönetebilen insan olmak, eleştiriyi yaşamın ana eksenine koymak ve soru soran ve sorgulayan ve soruşturan insan olarak birey olmanın ağırlığına sahip olarak yaşayabilmek..
İnsan olmak…
İnsan olabilmek öyle büyük devrim ki…
Hepimiz bu devrimden kaçınıyoruz…
İnsan olmak zorundayız…
Saygılarımla…
*Unutma; yaptıklarının onaylanmasını isteyen kişi, kişilik gelişimi tamamlanmamış ve “köylülük” hastalığından kurtulamamış dolayısıyla birey olamamış bir canlıdır.