“Devletimizin yönetim şekline girmiş bulunan gerçek Türkiye halkının kendi Mukadderatına el koyması milli egemenliğine kavuşması ve saltanatı bu milletin üç yıldan beri kendi elinde bulundurması ve kutsal davayı savunmasıdır. Bu gerçeğin bütün parlaklığı ile görünmesi, bir “Batıl”ı yok etti. Bu, meşru olmayan, aklın almadığı şey, Milletin egemenlik haklarının ve saltanatının bir şahıs tarafından temsil edilmesiydi.
Arkadaşlar, bu gerçeği açıklamak için, hep birlikte Türk tarihine, İslam tarihine göz atmama muvafakat buyurur musunuz?
Yeryüzünde Büyük Türk milleti vardır. Bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Bu derinliği isterseniz, iki ölçü ile ele alalım: İlk birim ölçüsü, Tarihten öncesine aittir. Buna göre Türk Milletinin ceddi alası-Ağa babası-olan “TÜRK” adındaki insan, beşeriyatın ikinci babası denen Nuh’un oğlu Yafes’in oğlu olan kişidir. Tarih devrinin belgelendirmek de pek müsamahalı olan ilk sayfalarına biz de müsamaha edelim. En açık, en keskin ve maddeleşmiş tarih belgelerine bakarak söyleyebiliriz ki, Türkler-15 yüzyıl önce Asya’nın göbeğinde koskoca devletler kurmuş ve bu devletler insanlığın her türlü kabiliyetini göstermişlerdir. Elçilerini Çin’e ve Bizans’a gönderen bu devletler dedelerimiz tarafından kurulmuştur.
Gene bilirsiniz ki, yeryüzündeki yüz milyonluk bir Arap kitlesi vardır, bunların Asya’daki bölümü Arap yarımadasında topludur.
Tanrı’nın Peygamberi ve resul’ü olan Fahrialem Efendimiz, bu Arap kitlesi içinde, Mekke’de dünyaya gelmiş kutlu bir varlıktır.
Ey Arkadaşlar; Tanrı birdir, büyüktür, Tanrı’nın tecelli eden kudretlerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde mütalaa olunabilir.
İlk devir, insanlığın çocukluk ve ilk gençlik devridir.
İkinci devir, insanlığın olgunlaşan ve gelişme devridir. İnsanlık ilk devirde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla kendisiyle uğraşılmaya lüzum gösterir. Tanrı, kullarının gereği kadar olgunlaşmalarına değin, aralarında vasıtalarla dahi onlarla uğraşmayı Tanrılığın ödevi sayar, onları Hazreti Adem Aleyhisselam’dan başlayarak adları bilinen ve bilinmeyen, sayıları uçsuz bucaksız denecek kadar çok “NEBİ” ler, Peygamberler, Resuller yani Yalvaçlar göndermiştir. Fakat peygamberimiz vasıtasıyla, en son din ve uygarlık gerekçelerini verdikten sonra, artık insanlıkla vasıtalı olarak temasta bulunmaya lüzum görmemiştir. İnsanlığın idrak, aydınlanma ve gelişme derecesini, her kulun doğrudan doğruya kendisinin kalbine koyduğu imanla baş başa bulunduğunu kabul buyurmuştur. Bu sebepledir ki, Cenabı Peygamber, “Nebi”lerin sonuncusu olmuştur. Kitabı da kusursuz ve mükemmel kitaptır.
Son peygamber olan Muhammed Mustafa Sallahüaleyhivesellem, 1394 yıl önce, Rumi Takvim ile Nisan içinde, rebiyülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi sabaha doğru tan yeri ağarırken doğdu. Gün doğmadan… Bu gün, işte o gündür, inşallah büyük tesadüftür(İnşallah sesleri). Gerçekten Hicri takvimiyle bu akşam, doğum gününün yıl dönümüne rastlıyor.
Hazreti Muhammed, çocukluk ve olgunlaşma günlerini geçirdi. Fakat Peygamber olmadan nur yüzlü ruha seslenen konuşması, olgunluk ve ön görür de ki eşsizliği sözlerinde ki doğruluk yumuşaklık ve cesareti ile başkalarından üstün olan Muhammed Mustafa, önce bu vasıfları ve kişiliği ile oymağı içinde “GÜVENİLİR MUHAMMED” adını aldı… MUHAMMEDÜNİ’L-EMİN.”(devam edecek)