Kimseler görmese de ay gördü
göğsüne yuvalanan güvercinleri,
ellerin uzun boylu telaş içindeydi
uçmalara yelteniyordu kuğu boynun,
düşen kim, diye arama derin kuyuya
mehtaba dalıp aşkı sormuyor muydun?
Ay’ın gördüğünü ben de gördüm
imbatla tarıyordum ki saçlarımı
fırtınalar fışkırıverdi geceden
karalara yürüdü denizin hışırtısı,
koynunda büyüdüğüm dağa sığındım
siyah bir gül uğruna yaktım hayatımı
Aşktı adı düştüğüm uçurumun
bir kumarbazın hayali kadar
kare as ve yorgundum,
nasıl da sökün etti ateş ırmakları
ömrünün hakimi sandı kendini nasıl
güz dağlarının yalnız kartalı
Kimseler görmese de ay gördü
göğsümden havalanan güvercinleri
(Bülent Güldal,Aşktı Adı)
İyi de aşk nedir? İlham ve rüya olguları gibi ayakları yere basmadığı halde ömrümüzün her karesiyle kesişmesini nasıl tanımlamalıyız? Öyle ki, yalnızca sanatın ve edebiyatın farklı alanlarında değil felsefede de yer bulmuştur kendine; filozofların bir çoğu ‘aşk nedir’ sorusunu ele alıp, onun neliğini belirlemeye uğraşmışlardır. Ele avuca gelmeyen böylesi bir gerçek (!) uğruna bir yandan tapınaklar inşa edilirken, diğer yandan cinayetler de işlenmiştir.
Bu konuda, Erich From’un Sevme Sanatı, Schopenhauer’un Aşkın Metafiziği, Herbert Marcuse’un Eros ve Uygarlık, Afşar Timuçin’in Aşkın Diyalektiği isimli kitaplarını ve daha nicelerini bir çırpıda anımsayıveriyoruz. İnsanlık tarihi boyunca anlatılagelen, yerlere göklere sığdırılamayan bu olgunun ayaklarının hâlâ yere basmadığı gerçeği çıkıyor karşımıza; yine soruyoruz; aşk nedir?
Psikolog ve psikiyatristlerin deneklerinden elde ettikleri sonuçlara göre aşk; şiddet, tutku, irade, iradesizlik, uysallık, yaltaklanma, kedilik, köpeklik, ihanet, sadakat vb. olarak tanımlanıyor. Yani her öznenin kişilik özelliklerine göre kalıptan kalıba girer görünüyor. Şairde şiir kalıplarına uydurulurken, yontucuda bir heykelin gözyaşına bile dönüşebiliyor.
Mevlana’ya sormuşlar aşk nedir? ‘Ben ol ki bilesin’ derken, Yunus Emre; ‘Aşkın aldı benden beni / bana seni gerek seni’ seslenişiyle Tanrı düşüncesinin, düşünün içinde erimeye uğraşıyor. Öyle ki her iki şairin, insanın Tanrı ile özdeş olduğu iddiasını öne sürebiliriz. Bütün yazıp söyledikleri bu aşk iledir.
İlk aşkımızın biraz sersemlikle biraz meraktan ibaret olduğunu söylüyor, B. Shaw. Yetişme çağındaki bir delikanlı ya da bir genç kızın kanlarının kaynamadığını kim söyleyebilir? Ömür merdivenlerinin ilk basamaklarını yeni yeni keşfe çıkan bu gençlerin duygularında, düşlerinde, düşüncelerinde her an tufanlar kopmaktadır. Hani şu aşk intiharları dedikleri korkunç olayı düşünün; ulaşılacak hedefe giden yolda ölümün göze alınması hatta ölünmesi, ‘sersemlikle meraktan ibaret’ bir aşkla buluşturmuyor mu bizi? Bu bağlamda aşkın çeşitliliğinden söz edilebilir mi? Ya da aşk, aşk diye sayıklayanların bu olgudan gerçekten haberli olup olmadıkları sorgulanabilir mi?
Aşkı, aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi olarak tanımlayıp geçmenin eksik olacağını düşünüyorum. Henüz adı konulamamış olan yığınla unsurun da bu tanıma dahil olabileceğine inanıyorum. Cemal Süreya : ‘ Bütün güzel kadınlar zannettiler ki / aşk üstüne yazdığım her şiir / kendileri için yazılmıştır’ diyor ya, hani şu iç güzelliği unutuluyor burada. Ne fettanlar seviliyor ama içyüzlerini tanıdıkça birer cehennemle buluşuyor maşuk. Bir de, aşka gelip de tabancasındaki mermileri gökyüzüne boşaltan âşıklar var ! Şimdi şöyle diyebiliriz sanırım: Değerli taşlar gibi aşkın da ayarı var…
Felsefi söylemleriyle insanlık tarihini ışıtan Sokrates aşktan söz ederken şöyle diyor: “ Beraber bir kitaba bakarken, omuzumu omuzuna dayamış, başımı başına yaklaştırmıştım; birden omuzum bir hayvan ısırmış gibi acıdı.Beş günden fazla omuzum karıncalandı; kalbim çırpındı durdu.”
Aşkın ayarı demiştik ya, bu ayar insandan alıyor ivmesini. Her şey insanda başlayıp insanda bitiyor…Aşk da….