Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da Anne Frank Müzesi’nin bahçesinde bulunan 150 yaşındaki 27 tonluk dev kestane ağacının devrilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu gerekçesiyle belediye tarafından kesilmek istenmesi karşısında harekete geçen çevrecilerin açtığı mahkeme sonucu kestane ağacı kesilmekten kurtuldu.
Küçük Yahudi kız Anne Frank’ın 2. Dünya savaşı sırasında gizlenirken yazdığı anılarında yer alan kestane ağacı kesilmek yerine tedavi edilerek 2008 yılına kadar sürecek kurtarılması planlandı.
Laurent Grellsomer’in 9/10/2007 tarihinde Le Monde gazetesinde kaleme aldığı “Ağaçlar da Ağlar” yazısından…
“Nedir bir ağaç? Bunu tam olarak bilemeyiz. Çoğunca bakışımız kayar çaprazdaki ağaçtan habersiz. Oysa ağaçlar bir bütünün parçasıdır. Onları görmezden geliriz, önlerinden geçip gideriz. Tam olarak onları görünüm içinde eritiriz. Ama bazen bir ağacın dikkatimizi çektiği de olur; bakışımız yakalanmıştır. Elimiz bir atın boynunu okşar gibi ağacın gövdesinin üzerindedir… Bir ağaca hayranlık duyulabilir, dahası aşık olunabilir. Ağaç enerjinin, yaşamın ve güzelliğin kaynağıdır.
Anne Frank’ın avlusundaki ağacın, kestane ağacının yok edilmek için gün saydığını öğrendiğimizde düşündük tüm bunları…Çünkü bu ağaç tam olarak başka ağaçlara benzemiyordu. 2. Dünya Savaşı sırasında iki yıl süreyle sığındığı Amsterdam’daki evin eşya deposunda düşler kurarak baktığı, doğanın az rastlanır bir parçası, seyretmeyi en çok sevdiği görünümüydü. 23/02/1944’te Peter’le birlikte olduğu sırada “günlüğüne “ şunları not etmişti: “İkimiz de gökyüzünün muhteşem maviliğine bakıyorduk. Kestane ağacı çırılçıplaktı. Dallarındaki küçük su damlaları parıldıyordu. Uçuşan martılar ve başka kuşlar gümüş rengindeydi. Ve bütün bunlar bizi öylesine heyecanlandırıyor, öylesine etkiliyordu ki, konuşamıyorduk bile.”
13/05/1944’te ise günlüklerde şu satırlara rastlıyoruz. “Kestane ağacımız dipten uca çiçek açtı. Yapraklara büründü. Geçen yıldan daha güzeldi.”
150 yaşındaki ağaç bugün kesilmesi gerekecek derecede hastaydı. Aslında o mahpus kalmanın ve özgürlüğün simgesi değil miydi? Büyük bir ağabey, bir sırdaş bir teselli eden değil miydi? O gün şunları not etmişti günlüğüne: “Bunun olabildiğince uzun zaman gitmesini, güneşin ışıltısını, bulutsuz gökyüzünün tadını çıkarmak istiyorum. Üzüntülü olmam imkansız.”(…)
Nedir bir ağaç? Şimdi bunu daha iyi değerlendiriyoruz. Durağan bir kitleden çok daha fazlasıdır ağaç. Bir mıknatıs, bir aynadır. Tarihin ve umudun parçasıdır. Yaşlı çınar bilgedir. Akasya narin, Kavak zariftir. Servi ağırbaşlıdır. Ağaç bir soluktur, yaşamdır.
Lousina’da, Jena Lisesi’nin bahçesindeki görkemli çınar teneffüslerde genç beyazları güneşin yakıcı ışınlarından koruyordu. 2006 yılında genç siyahlar da çınarın gölgesinden yararlanmak istediler. Ertesi gün ağacın dalına üç idam ipi asılmıştı. Derin Güney’de bu simgenin ne anlama geldiği çok iyi bilinirdi. “Pis zenciler, çekip gidin buradan! Annick Cojean bu öyküyü 18 Temmuz’da Le Monde’da anlatmıştı. Cojean sözü edilen yazısında olay sonrasında yaşanan inanılmaz gerilimi ayrıntılı bir şekilde yansıtmıştı. 2 Ekim’de kaleme aldığı ikinci yazısında genç siyah öğrenci Mychal Bell’in komplo tertipleme ve yaralama suçlamasıyla tutuklandığı, ardından da suçsuzluğu anlaşılarak serbest bırakıldığı anlatılıyordu.
Sonuçta lise yönetimi bu öfke ağacının kesilmesine karar verdi. Irkçılığın bu iğrenç yarasının üstünü örtmek için çınar kesilecek ve gömülecekti. Dimdik duran bu görkemli çınar, ırkçılığa tek başına karşı çıkıyordu. Bir çığlık ve bir anımsatmaydı!” Hüseyin BAŞ//14/07/2008 Cumhuriyet Gazetesi
Ağaçların birbirleri ile kökleri sayesinde sürekli iletişim içinde olduğunu, yardımlaştığını, alışveriş yaptığını ve hatta savaştığını biliyor muydunuz?
Konuyla ilgili BBC kısa bir belgesel hazırlamış. Belgeselin metni şu şekilde:
“Ağaçlar birbirlerinden bağımsız gibi görünseler de altlarındaki toprak aksini söylüyor. Ağaçlar takas yapıyor ve hatta birbirleriyle savaşıyor.
Yeraltı internet ağıyla iletişim kuruyorlar: Bunu köklerinin içinde ve çevresinde büyüyen mantarlar yoluyla yapıyorlar. Mantarlar ağaçlara gerekli olan besinleri sağlıyor, karşılığında şeker alıyor; ama bilim insanları bu ilişkinin görünenden çok daha derin olduğunu keşfetti. Mantar ağına bağlanarak ağaçlar kaynaklarını paylaşabiliyor. Bu yeraltı ‘internet ağı’ ağaçların birbirleriyle iletişim kurmasını sağlıyor.
Yaşlı ağaçlar küçük fidanlara yardım ediyor: Ağdaki daha yaşlı ‘ana ağaçlar’ bu sistem yoluyla gölgede kalan küçük fidanlara gerekli şekeri sağlayıp hayatta kalma şanslarını artırıyor. Hasta ya da ölmek üzere olan ağaçların bu mantar ağına aktardıkları kaynaklar, daha sağlıklı komşuları tarafından kullanılıyor. Bu mantar ağı diğer bitkilerce de kullanılıyor. Bir bitki saldırıya uğradığında kimyasal maddeler salgılayarak komşularını uyarıyor; ama aynı internet gibi, bu ağın da ‘karanlık bir tarafı var. Bazı orkide türleri korsanlık yaparak yakındaki ağaçların kaynaklarını çalıyor.
Rakiplerini zehirli kimyasallarla zehirliyor: Karaceviz gibi türler ise zehirli kimyasallarla rakiplerini zehirliyor. Yani çevremizde canlılar arasında bizim sandığımızdan daha güçlü bağlar var.”
Yine bu konu da konunun uzmanı bakın neler diyor: “Peter Wohlleben, ağaçlarla yapılan araştırmalardan yola çıkarak, ağaçların elektrik sinyallerinin bir tür konuşma biçimi olduğunu, bir anne ağacın kendinden olan yavru ağaçları kökleri üzerinden anlayıp onları beslemeye yönlendirebildiğini fark ettiğini belirtiyor. Wohlleben, bu yönüyle ağaçların tehlikeleri, dostları, düşmanları, hayatlarını idame ettirmelerine yarayacak her şeyi kendi aralarındaki iletişimleriyle öğrendiklerini ve bu bilgileri de kullandıklarını keşfediyor. Bir böcek tarafından saldırıya uğrayan ağacın, kökleri aracılığıyla diğer ağaçlara da bu saldırıyı bildirdiğini ve böylece diğerlerinin böceği önleyen salgıları zamanında salgılayarak kendilerini korumaya alabildiklerini söyleyen Wohlleben, şehirdeki ağaçların ailelerinden uzak olduğunu, güneş ışığına ve gürültüye tek başlarına maruz kaldıkları için uyuyamadıklarını, bir anda serpilip boy attıklarını ve bu yüzden de ömürlerinin kısalarak erkenden öldüklerini söylüyor.
Orman, Peter Wohlleben’e göre bambaşka bir evren adeta. Yazarın, orman evreninde her türlü iletişimin, hatta günümüz teknolojisindeki bir çeşit internet ağının dahi olduğunu açıklaması, okurları ormana dair bildikleri her şeyi yeniden düşünmeye sevk ediyor. Örneğin mantarların beslenebilmeleri için diğer bitkilerle bilgi alışverişinde bulunmalarının bir zorunluluk olduğunu söyleyen Wohlleben, mantarların kendi kendine beslenemediklerini, bu yüzden diğer bitkilerden yararlandıklarını, diğer bitkilere ise bir tür haberleşme ağı sağladıklarını açıklıyor. Örneğin kurak geçecek bir yaz mevsimi için mantarlar ağaçlara “su tüketimini düşür” manasında bir uyarıda bulunuyor. Ağaçlar da bu mesaja göre hareket ediyor. Mantarlar da bunun karşılığında ağaçlardan bir ödeme, örneğin fotosentez üretiminin üçte birini alıyorlar. Bilim dünyası mantarların toprağın içlerine kadar inen mycellium adlı yapılarını iletişim araçları olarak kullanan ağaçların, mantarlar ile zaten birbirine dayanan bir yaşam döngüsü içerisinde olduğunu biliyordu. Ağaçlar mantarlara karbonhidrat sağlarken, mantarlar da topraktaki suyu yukarı çekiyor ve böylece kurak geçecek bir yaz mevsimi için ağaçların en önemli ihtiyacı olan suyu taşımalarına yardımcı oluyor.
Wohlleben, bizlere belki her gün gördüğümüz ama bir canlı olarak aynı insanlar gibi yaşadığını fark edemediğimiz ağaçların sırlarını açıklıyor; evrene büyük fotoğraftan bakabilmemizin doğaya karşı bakışımızı değiştireceğini belirtiyor. Dostoyevski’nin Budala’sından şu alıntıyla bitirelim: “Bir ağacın önünden onu sevmeden, onun var oluşundan mutluluk duymadan geçilebileceğini aklım almıyor.”
…
Ülkem parayı o kadar çok sevdi ki Anadolu’yu 50 yıl içinde çöl yaptık… Kıyı bölgelerimiz adeta yağmalanıyor. Adının yanında sıfat olarak Prof unvanı olan kişilerin memleket sevdası o kadar düşük dereceli ki…
Ağaçlar canlı, sadece dili yok…
O olmazsa yaşayamazsın…
O olmazsa hava da kuşlar yaşayamaz…
O olmazsa nefes alamazsın…
O olmazsa suyu ve toprağı bulamazsın…
İnsan sen ne gözü doymaz yaratıksın…
Soyun kurusun diyeceğim de…
Vecdi Yılmaz