Uzun zamandan beri yazmak istediğim bir konuydu. Niyetim kimseyi eleştirmek değil. Bu benim düşüncem. İnsanın kendisini yok etmesini doğru bulmuyorum.
Bir haksızlığa, bir zulme dikkat çekmekse amaç; bunun yöntemlerinden birisi sevdiklerinin gözü önünde gün gün eriye eriye yaşamdan vazgeçmek olmamalı.
Gün gün eriye eriye onlara inat yaşayabildiğin kadar yaşamalı.
Ya geride bıraktıklarınız. Anne, baba, kardeş, akraba, yoldaşlarınız. Onlar için ne kadar zor biliyor musunuz? Ne kadar zor gözünüzün içine bakamamak ve sizin için bir şey yapamamanın acısıyla kavrulmak…
Meydan okuyorsunuz idareye, hükümete, devlete ve dahi hayata ve size karşı en ufak bir adalet duygusu taşımayanlara…
Açlık grevi, ya da bir üst aşama olarak ölüm orucuna gidiyorsunuz. Bedelini, bedeninizle ödemek şartıyla yerine getirilmesini istediğiniz talepleriniz var.
En başta da adalet istiyorsunuz…
Oysa adalet istediğiniz devlet kanunla yönetiliyor. Hatta artık kanunla yönetiliyor diyebilmek bile zor…
1990’lı yıllardı. Denizlerin avukatı değerli hukukçu Halit Çelenk, eşi dünya tatlısı Şekibe abla, Balıkesir’den hukukçu Tuncer Çallıoğlu Burhaniye’deki yazlıklarına geldiklerinde birlikte yemek yerdik.
Her seferinde Denizleri anlattırırdım. Hiç bıkmadan aynı heyecanla anlatırdı.
Denizler idam kararından sonra açlık grevine başlarlar.
İkinci gün Halit bey hapishaneye ziyaretlerine gider. Durumdan haberi olmuştur. Bakar ki yüzleri soluk. Biraz kırgın biraz da kızgın bir tonla;
“Ne yapıyorsunuz böyle” der. Durumu anlamışlardır. Deniz gülümser;
“Tamam, abi en kısa sürede kendimizi toparlarız. Tüm dostlar bilsin ki idam sehpasına bitkin çıkmayacağız, merak etmesinler…”
Haksızlığa karşı en büyük dirençtir hayatta kalabilmek…