1980’li yıllar Sındırgı’dayız. Yeni evliyiz. Evimize gelen misafirlere hizmet noktasında birlikte hareket ediyoruz. Yine ev işlerinde elimden gelenin fazlasını yaparken ki keyif aldığımdan aklımda en ufak bir soru işareti ya da tedirginlik yok. Bir süre sonra bize gelen dostlar gelmez oldu. Benim eşime yardımcı olmam erkek arkadaşlarımın keyfini kaçırmıştı. Benim gösterdiğim yaklaşım onlar için ya da kurulu aile düzeni için çok tehlikeydi… Ki Sındırgı ilçemiz Anadolu geneli ile kıyaslandığında çok aydın bir kentimizdir (büyük bir şamatayla bana kılıbıklık belgesi de vermişlerdi)…
Şimdi konu ile ilgili alıntıyı okuyalım:
“Sosyolog François de Singly L’injustice ménagère diye bir kitap yayımladı. Konusu, adından da anlaşıldığı gibi, ev hayatındaki, ev işlerindeki adaletsizlik. Le Monde’dan Anne Chemin soruyor, sosyolog cevap veriyor.
Soru: ‘Evdeki adaletsizlik’ adını verdiğiniz konuda niye hiç konuşulmuyor?
Cevap: (Özetle) ‘Ev işi kadın işidir’ inancı, erkeklerin kadınlar üstünde kurdukları hâkimiyetin temel taşlarından biri. (…) Karı koca arasında eşitliğin önemi kabul ediliyor ama, başka öncelikler olduğu için sıra bir türlü eşitliğe gelmiyor. Bu da erkeklerin menfaatine oluyor…
Soru: Gündelik işlerin âdil paylaşımı niye bu kadar zor?
Cevap: (Mealen) ABD’de yapılan sosyolojik araştırmalara göre, insanlar ‘yaptıkları işlerin cinsel kimliklerini belirlediğini’ düşünüyorlar. İnsanlar ev işlerini ‘erkek işi – kadın işi’ diye ayırıyorlar. Ve ev işleri genellikle, hâlâ, ‘kadın işi’ diye kabul edildiğinden, zihniyet değişimi ve pratikte eşitlik bir türlü sağlanamıyor. (…) Erkekler biraz ev işi yapacak olsa, (erkek) arkadaşları alay etmeye başlıyorlar, ‘sen kadın mısın’ hatta ‘hizmetçi misin’ diyorlar… İşte erkek hâkimiyetinin can alıcı noktası burası: ‘Kadın’ kelimesi ‘ev işi’ ile yan yana gelince, toplumsal hiyerarşide ‘alt sıralara’ gönderme yapıyor… (Tercümede zorlandım bu cümleyi. Hizmetçiliğin küçümsenecek bir yanı yok elbette ama, insanların kafası öyle şekillenmiş ki, akıllarda derhal “ev işi = hizmetçilik = itibarsız iş” denklemi kuruluyor.)
Erkekler ev işlerini âdil bir şekilde paylaşmamak için direniyor çünkü bu onların
(1) ‘erkek kimliği’ ile ilgili (ev işi yaparsam kadınlaşırım)
(2) ‘sosyal kimliği’ ile ilgili (ev işi yaparsam kadına benzerim ve toplumsal değerim düşer).
Tabii madalyonun tersi de var.
Ev hayatını kadınlar belirliyor ve düzenliyor.
Ev kadının evi oluyor, erkek biraz yabancı kalıyor.
Ama erkekler buna razı.
Soru: Bu durumu düzeltmek için ne yapmak lazım?
Cevap: (Mealen) Ev işi kafalarda ‘kadın işi – erkek işi’ diye ayrıldıkça bu mümkün değil. Çünkü çiftler iyi niyetle iş bölümü yapmaya davrandıklarında da, ‘cinsiyet ayrımı’ sürüyor, otomatik ve tabii olarak, erkekler ‘erkek işi’ni, kadınlar ‘kadın işi’ni üstleniyor.
Yani kadınlar evin gündelik / iç işlerini; erkekler evin gündelik olmayan / dış işlerini sırtlanıyorlar.
Belki (iş bölümü yerine) ‘sırayla iş yapmak’ bir çare olabilir. Kadın bir süre, erkek bir süre bütün işleri yürütür. Böylece ‘erkek işi kadın işi’ ayrımı kafalardan silinebilir.” (Le Monde, 18 Ağustos 2007)(Serdar DEVRİM yazısından alıntılanmıştır)
Erkek çocuğu olan annelerimiz lütfen kendi kendilerini bir değerlendirsinler. Erkek çocuklarına bu konuda nasıl bir katkıda bulunuyorlar. Önce kendimizi sağlıklı bir şekilde eleştireceğiz ki sağlıklı çözümler bulalım..
Evin içinde devrim yapamazsak, kadın nasıl kendini eşitleyecek…
1923’e gidelim mi…
Niye Atatürk, 1923 devrimini kadınsız yaptı, konusuna kafa yordunuz mu bilmiyorum… Ben yordum, yoruyorum. Kadın-ev konusuna kafa yordum, düşündüm. Geyşalık ile cariyelik konusuna kafa yordum. Atatürk niye kent hayatında resmi nikahı zorunlu tutarken, köye dönük olarak bu konuya niye bu katılığı getirmedi, konusunu düşündüm. Doğu toplumunda kadının önemi nedir konusunu düşündüm. Okuduklarımı gözümün önünden geçirdim. Atatürk’ün en büyük devrimi niye kadın üzerindeydi…. Kız çocuğuna evlenme için 1938 yılına kadar evlenme yaşı 17 iken sonra bir süreliğine bu yaş 15 yaşına çekilmişti, ancak burada daha önemli olan kız çocuğunun doğuran annesi tarafından büyütülüp koca evine öyle gönderilmesiydi. Oysa adet o’ana kadar kadının 12-14 yaş aralığında evlendirilip erkek çocuğu annesi tarafından erkeğe hizmet esaslı büyütülmesi olarak görülen “cariyelik” üzerinden topluma hazırlanması esastı. Kadın ikiye ayrılmıştı. Erkek çocuğunu doğuran anne bir anlamda ödüllendiriliyordu. Kız çocuğunu doyuran anne de kızına doyamadan sanki bir anlamda eksiklisin diyerek bu anlamda cezalandırılıyordu.
Biz soruya dönecek olursak doğu toplumunda kadının devrimi çok kolay değildir. Atatürk, o yıllarda daha cesur adım atsaydı sanırım bu devrim daha yaşarken dağılırdı. Çünkü ne kadın ne de erkek bu devrime hazır değildi. Öncü durumdaki bir avuç kadının duruşu bu devrim için yeterli değildi. O nedenle devrimin tamamı sekteye uğrayabilirdi. Kadınımız evde aldığı ilk eğitimlerinden itibaren öncelikle ev kadınlığı için hazırlanıyordu. Ne olursa olsun, ev kadınlığını bilmek ve evin içinde erkeğini memnun etmek zorundaydı. Bu binlerce yılın mahalle baskısını şerefiyle bilmesi, öğrenmesi ve yapmasını bilecekti. Atatürk bu gerçeği bildiği için sadece resmi nikah olayını şart olarak getirdi ve yine boşanmada da hukuk yolunu gösterdi. Onun dışında ailenin reisi erkekti. Kadının açılan bu yolu değerlendireceğini ve geliştireceğine inanıyordu. Erkek ile beraber bu yolu açacaklardı. Çünkü bu toplumda bir aile kavramı ve kadının anne olma gibi bir görevi ile evi yönetme görevi vardı. Ancak bunun dışında bir zaman kalırsa ve kocası da izin verirse kendini geliştirebilirdi.
Toplumda sosyalleşme artınca, yollar, limanlar, havayolları yapıldıkça köye ve uzak yerlere gidip gelmeler kolaylaşınca ve sıklaşınca yani Anadolu’ya gidip gelmeler sıklaşınca kadın her gördüğü yenilik sayesinde kendini geliştirmiş ve kendine bir yol bulmaya çalışmıştır. Keşke bu süreci eğitim ile taçlandırabilseydik…
Kadın üretimde olduğu sürece kendini geliştirir ve yeniler. Ancak Doğu toplumlarında ve özellikle biz de aile ve ev konusu çok önemli.. Kadın, ev ile yetinmeyi ve evin içinde sevdiği adamın çocuklarını büyütmeyi ve hayatını ona bağlı sürdürmesini çoğu zaman yeterli bulabiliyor ve bu durum da şehirli kadının en büyük zaafı… Yani bir türlü vazgeçmek istemiyor, cariyelikten.. Erkek ise hiç vazgeçmek istemiyor. Kapısını çaldığı evin içinde kral gibi muamele görmek öyle zevkli ve güzel ki hangi erkek bu saltanattan vazgeçebilir. O yüzden siyasiler de bu konuya çok net yaklaşamıyor, yaklaşamaz da zaten.. Çünkü Türk erkeği sert olmalı ve koydu mu oturtmalı cinsten olmalı gibi bir eğilim kadın-erkek toplumun çoğunluğunda var gibi yani benimsenmiş bir özellik olunca kadın üzerinden baskılar yada tacizler yada hakaretler hiç bitmiyor, bitmeyecek gibi.. Çünkü kadın da bu devrimin sonuna kadar gitmesini istemiyor. Bir erkeği yönetmek daha çok hoşuna gidiyor ve bu tembellik üzerine yaşamını kurguluyor ve yaşamını eksiklikler üzerinden yaşıyor. Bu da haliyle bu zamanda önemli bir verimsizlik…
Yaşam çok hızlı yaşanırken kadınlarımızın hızlı bir şekilde yenilenmesi ve yaşamlarını erkeğe, çocuklarına ve eve bağımlı olmaktan çıkarıp eşit şartlar altında kurulmuş bir ilişki içinde ve üretimin her anında bulunması ile ödüllendirmesi gerekiyor. Yoksa gelecek günler hepimiz için çok zor geçecek gibi görünüyor. Bizim toplumda kadının kurdu yine kadındır. Kadın kendine güvenirse ve kendini geliştirirse ne diğer kadının ne diğer erkeğin anlamsızlık üretmesine izin vermediği gibi bunun üremesine dahi fırsat vermez. Erkeği büyüten ya da yetiştiren kadındır… Üreten de kadındır, dağıtan da…
Kadınımıza güvenmek zorundayız. Erkek çocuklarını büyüten anneler bu konu da daha gerçekçi ve yenilikçi olmak zorundadır. Ve aileler çocukları üzerinden bir yaşam planlayıcısı olmaktan vazgeçmelidir. Çocuklar ailenin mülkiyeti olmaktan çıkarılmalıdır. Ve ev bir yaşam alanı olmaktan çıkarılmalı ve yaşam alanı kavramı yeniden değerlendirilmeli ve sosyalleşmeye önem verilmelidir. Ev bu haliyle bir tüketim merkezi olmakla birlikte yaşadığı alan içinde ki sosyal yaşama hiçbir katkısı olmamaktadır. Bu da bizi ne acıdır ki köylülük olarak değerlendirilen ve ilişkilerimize belli bir kalite getiremediğimizden oluşan kısır döngü içinde boğmaktadır. Modernizmi yanlış anladık ve yanlışlığın faturasını ağır ödeyeceğiz…
Sevgi ve saygılarımla…