Bugün 18 Şubat 2019.
19 Mayıs 2019’a tam 90 gün kaldı.
Emperyalizm, 20’nci yüzyılda en büyük hezimeti Çanakkale’de yaşadı.
Uğradığı hezimete rağmen, Türk Milletini esir etmek için 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla başlayıp 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşmasıyla tamamlanmaya çalışılan süreçte emperyalist ordular tek kurşun atmadan Yunan, Bulgar, Arap çeteleri maşa olarak kullandı.
Bu yıl 19 Mayıs’ta, emperyalist oyunları öngören Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, mücadeleyi Anadolu’dan yapmak için Samsun’a ayak bastığı günün üzerinden tam 100 yıl geçmiş olacak
Toprağına çomak soksan yeşeren, bildiğimiz bilmediğimiz nice madenlere sahip, dört mevsimi doya doya yaşayan, iklimiyle coğrafyası ve doğal güzellikleriyle üç kıtanın kesiştiği bu güzel memleketten ne ister ki şu emperyalistler?
Tek dertleri bu memleketin kaynaklarına, insan emeğine ortak çıkmak…
Ya asker zoruyla ya da serbest piyasa ekonomisinin açıklarından yaralanıp şirketleri ve sözde yatırımları yoluyla…
Tek dertleri sömürmek… Sömürerek kendi vatandaşlarını daha rahat yaşatmak… Bizim doğal kaynaklarımızdan kendilerine kaynak aktarmak…
Bunları görmüş Atatürk.
İletişimin sınırlı, gazetelerin, kitapların, az olduğu; radyo, televizyon ve sanal ortamın hiç olmadığı bir çağda üstelik. Bulduğunu okumuş, bulamadığını getirtmiş. Gittiği yerleri incelemiş, yaşam tarzlarına, gelir kaynaklarına varıncaya dek… Gidenleri dinlemiş. Okuduklarını, gördüklerini, duyduklarını sorgulamış, anlamış, üzerinde düşünmüş. Emperyalizmin ne kadar acımasız olabildiğini yaşayarak, çarpışarak, savaşarak görmüş.
Anadolu ve Trakya’da boğaz tokluğuna kıt kanaat geçinerek yaşayan halk da emperyalizmi vahşi çetecilerden, acımasız işgal ordularından, yaptıkları yağma ve kıyımlardan yaşayarak tanıyıp öğrenmiş.
O gün Anadolu, bu Trablusgarp, Şam ve Anafartalar Kahramanını bağrına basmış ve o yoklukta gücünün son zerresiyle iliğini sömürmeye gelmiş emperyalist güçlere karşı bir umut olarak bağlanmış.
19 Mayıs 1919’da Samsun’dan Anadolu’ya ayak basan Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde birleşen Kuvâ-yı Milliye Güçleri o sömürgeci düzenin düzenli ordularına ve en önemli maşası olan Yunan Ordusuna karşı ölüm kalım savaşı vermekten bir an geri durmamış.
Ne açlık, ne köyde bekleyen yavuklu akıllarına gelmiş. Ne ana, ne baba…
Belki bir gün bile bir sedirde ayaklarını uzatıp rahatça dinlenememiş olanlar var içlerinde…
Sonuçta, düne kadar beka sorunu olmayan bir Devleti; Türkiye Cumhuriyeti’ni bizlere bırakmışlar.
O Devlet ki; yeri gelmiş köylüsünün çift süren katırını istemiş, almış elinden, ekmeği de karne ile dağıtmış; ama bir Dünya Savaşı belasına daha sokmamış Milletini… Bir yurttaşının burnu bile kanamamış.
O Devlet ki; Dünyada petrol krizdeyken, petrole muhtaç kalmış, tüp gaz, benzin kuyruklarına razı gelmiş ama Atlılar köyünde katledilen insanının kanını yerde koymamış… Dünyada çıkarma yapıp zafer kazanan sayılı ordular arasına girmiş, Türk Ordusu.
Ve o günlerde bile beka sorunu yaşamamış. İçeride ve dışarıda ne kadar ekonomik tetikçi varsa, hepsi Türkiye Cumhuriyetine saldırdığı halde…
Çünkü; cumhuriyetçiymiş ülke. Halkı halkın seçtiği temsilciler aracılığı ile yönetmesine inanmış herkes. Bir kişinin iki dudağı arasında kalınca Osmanlı’nın galip geldiği Çanakkale’den sonra ağır şartlar altında Mondoros ateşkes antlaşmasını nasıl imzalayabildiğini görmüş.
Çünkü; milliyetçiymiş herkes. Milletin ırk demek olmadığını, üstelik milliyetçiliğin inançlardan da bağımsız olduğunu, değil mezhep, din farkı bile gözetmediğini kavramışlar cephelerde omuz omuza savaşırken. Kimse diğerinin milliyetçiliğinden de şüphe duymazmış üstelik.
Çünkü; halkçıymış millet. Halkın önüne bireyin geçmesine, bir kişinin çıkarına olan bir işin halka zarar vermesine razı gelmezmiş hiç kimse. Sıfatı ne olursa olsun kimse halktan üstün tutulamaz diye ilke edinilmiş halkçılık. Eşitlik her vatandaş için bir hak olarak kabul edilirmiş. Ayrıcalıklı olmak veya ayrıcalıklı olmayı talep etmek ayıplanırmış üstelik.
Çünkü; devletçiymiş tüm toplum. Devlet olmadan bu topraklarda huzur içinde yaşanamayacağının bilicine varmışlar. Devleti korumadan kendilerini koruyamayacaklarına inanmışlar. Kimse ne kendini Devletten ayrı görmüş ne de Devlet kendini yurttaşından ayırmış.
Çünkü; laikmiş herkes. Devlet vatandaşına inancına göre davranmamaya söz vermiş. Anayasaya yazılmış bu söz. İnanca dayalı eğitimden yarar görülmediğini anlamışlar. Devletin işleyişinden ve günlük yaşamın her alanından dini inançlara dayalı anlayış, tutum ve davranışları uzaklaştırmışlar. Bireyi dini inanç konusunda özgür bırakmayı tercih etmişler. Din istismarcılarına tüm kapıları kapatmışlar.
Çünkü; devrimciymiş herkes. Zamanla insanlığın geliştiğini ancak kimilerinin bu gelişmeye ayak uyduramadığını görmüşler. Gün gelir bir şeyleri değiştirmek gerekir. Bu Millet kendi devrimini yapar demişler. Türk Milleti, Türkiye Cumhuriyeti’nin çağın gerisinde kalmasına engel olsun diye devrimciliği benimsemiş ve benimsetmişler…
İşte emperyalizme karşı direnmenin formülü…
Birini aşındırırsanız diğerleri de tek tek üzerinize yıkılır.
Ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalır.
…
Sakın karıştırmayın:
Dün adı emperyalizm olan şey, bugün kapitalizm, serbest piyasa ekonomisi, küreselleşme adları ile bir ruh gibi içimizde hala.
Bir gün birimiz emperyalizmin değirmenine su taşırken bir gün diğerimiz taşıyor.
Ve bunu o sarı saçlı mavi gözlü diye andığımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gözünün içine baka baka onun bize armağan ettiği huzur dolu ortamda yapıyoruz…
birgituna@gmail.com