Vicdanlı çocuklardık… Hayalimiz büyük adam olmak ve her gün haber bültenlerinde üzülerek izlediğimiz, açlıktan bir deri bir kemik kalmış Afrikalı çocukları doyurmak, onların yüzlerini güldürmekti. Ne kadar acımasız bir dünyaydı yaşadığımız, neden onları kimse umursamıyordu? Biz doyarken kara çocuklar niye açlıktan kırılıyordu? Perez De Cuellar ne iş yapardı? Bir türlü akıl sır erdiremiyorduk.
Sanatı severdik… Sabretmeyi, Pazar Konseri’nin ardından çıkan çizgi filmi beklerken öğrendik. Programda Hikmet Şimşek önce orkestranın çalacağı parça hakkında bilgi verir, devamında ise müzik ziyafeti başlardı. Sonra bir baktık ki klasik müziği de sevmişiz.
Hayal gücümüz inanılmazdı… Efe Aydanlı Milli Takım Balkan şampiyonu olduğunda duvarlara, ağaçlara uyduruk çemberler çakmaya ve basketbol oynamaya başladık. Kuliç, Salami, Gogo olur; Koç Reeves’in gözüne girmek için maçın son saniyesine sakladığımız şutu hep basket yapardık…
Sporun her dalına aşinaydık… Uzun mesafede Doğu Avrupalıların kısa mesafede Amerikalıların kimseye şans tanımadığını biliyorduk. Kübalı boksörler çok yaman, Çinli jimnastikçiler inanılmaz esnekti… Björn Borg’e yetişmedik ama teniste John Mcenroe, Alaaddin Karagöz ve Martina Navratilova favorimizdi. Eczacıbaşı Türkiye’de, Uraloçka Avrupa’da voleybol demekti bizim için.
Kahramanlarımız vardı… Takım tutar gibi Mehmet Yurdadön ya da Mehmet Terzi’yi tutardık. 1983 yılında Kazablanka’daki Akdeniz Oyunlarında Mehmet Terzi ile Ahmet Altun maratonda stada en önde girdiğinde yaşadığımız gururun tarifi yoktu.
Fazla iyimserdik… Türkiye’de ceylan gibi sekerek rakiplerinin açık ara önünde finişi gören Semra Aksu’nun yurtdışındaki yarışlarda neden hep gerilerde kaldığına bir türlü akıl sır erdiremezdik…
Torvil-Dean çiftinin hastasıydık… Artistik Buz Pateni Şampiyonalarını iple çekiyorduk. Nedeni bilinmez, buz dansında çiftlerde İngiliz Jean Torvill- Christopher Dean çiftini tutuyorduk. Belki de sıkılmıştık hep aynı şampiyonları görmekten, Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya dışından birileri olsun istiyorduk. Bolera eşliğinde yaptıkları gösteri aklımızdan hiç silinmedi.
Süper kahramanımızı beklerdik… Emir Turam’a ne umut bağlamıştık. Amerika’dan gelecek, bizi şampiyonluklara taşıyacaktı. Kolay değil, NCAA’de oynamış 2.11’lik koca bir devdi.
Hakkın yerini bulacağına yürekten inanırdık… İntikam soğuk yenen bir yemekti! 1984’te büyük madalya umudumuz Reşit Karabacak’ın kolunu kıran Amerikalı Mark Schultz’u 1988 Seul Olimpiyatlarında mindere gömen ve 14-0 sayıyla kazanan Necmi Gencalp hesabı kapatmıştı.
İkilileri severdik… Zeki-Metin, Nokta’yla Virgül, Kuzen Larry ve Balki, Fred ve Barni… O zamanlar Malone ve Stockton birbirlerine alışmaya çalışırken, hazır olmuşlar Magic Johnson- Kareem Abdul Jabbar ikilisine hastaydık.
Yetinmesini bilirdik… Tek kanal bize yetiyordu. Ne gerek vardı siyah beyaz televizyonumuzdaki fazladan kanallara?.. National marka televizyonda kanal çevirmek zaten bir dertti. Ekran koruyucusunu o zamanlar keşfettik. Renksiz televizyonumuzun önüne koyduğumuz renkli camlardan izlediğimiz görüntü kalitesine daha yaklaşan bir teknoloji olmadı.
Vefalıydık… Kalbimizi kazananın peşini hiç bırakmazdık. 1984 Los Angeles Olimpiyatları’nda keşfetmiştik Carl Lewis’i. O, yeni Jesse Owens’tı. Başarıları kadar masum yüzüne, mütevazı hallerine hayrandık. 1988 Seul Olimpiyatları’nda şampiyon olmasını beklerken Ben Johnson’un yanından rüzgar gibi geçmesine çok şaşırmış ve üzülmüştük. Ama işin içinde bir iş olduğunu biliyorduk!
İçimizdeki yaradır hala… 20 Ocak 1989…
İsyankârdık… O Avrupalı hakemler yok muydu! Her maç hakkımızı yerler, takımlarımızı yakarlardı. Spikerler de çok sabırlıydı, içinde fırtınalar koparken “Evet, Sayın Seyirciler” diye kaldığı yerden devam etmek kim bilir ne de zordu?
Misafirperverdik… Derwall, Simoviç, Schumacher fark etmez kim memleketine küsüp gelmişse bize, baş tacı yapardık.
Detaya takılmazdık… Cin Ali gayet fitti, sıkıntı yoktu.
Yalnızdık… Her yıl tuhaf bir heyecanla Eurovision şarkı yarışmasını bekler ama her seferinde hüsranla dönerdik. Kıbrıs Rum Kesimi Yunanistan’a, kuzey ülkeleri birbirlerine, Portekiz İspanya’ya tam puan verir Bülend Özveren isyan ederdi.
Her ölüm erkendi ama Hüseyin Çakıroğlu’nun ki kadar değil.
Ne Juventus ne Liverpool, bir ara hepimiz Mustafa Denizli’nin çalıştırdığı Almanya 2. Lig takımı Alemannia Aachen’i tutardık Avrupa’da.
Bağrımıza basardık… Afganistan’dan, Bulgaristan’dan, Irak’tan fark etmez, kim zulümden kaçıyorsa ona kapılarımızı açardık. Hızımızı alamayıp Todor Jivkov’u bile ülkeye davet ederdik.
Anlamakta zorlanırdık… İran-Irak neden birbirini yiyordu ve şu kahrolası savaş neden hiç bitmiyordu!
Modayı belirlerdik… Baklava desenli kazağımızı annemiz örerdi, örnek çıkarmak isteyen teyzeler yolumuzu keserdi.
Katık etmesini bilirdik… Ne soframızda ne de hayatımızda fazla çeşit yoktu. Zaten hiç acelemizde yoktu. Ağır çekim yaşar, olanı da özenle tüketirdik.
Aza kanaat ederdik… Mutlu olmak için bir çokomel bile yeterdi…