Oysa öncesinde işler öyle güzel bir noktaya gelmişti ki…
“1954-1957 dönemi de Türkiye’nin dış politikasının en başarılı dönemlerinden biri olmuştur. Bu dönemde dış politika, Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü tarafından değil, Devlet Bakanı Fatin Rüştü Zorlu tarafından yönlendirilmiş, Türkiye yıllarca meyvelerini yiyeceği atılımları bu yıllarda
yapmıştır.
“1955 yılı Nisan ayında Endonezya’nın Bandung kentinde Asya-Afrika zirvesi toplandı. Bu konferansa NATO üyesi olarak yalnız Türkiye katılıyordu. Çin dışında konferansa katılan diğer Asya-Afrika ülkeleri ileride Tarafsızlar Blokunun üyeleri olacaklardı. Zorlu Devlet Bakanı unvanı ile katıldığı bu Konferansa yine kuvvetli bir ekiple gitti, Konferansta etkin rol oynadı. Emrivakilere karşı çıktı. Bazı yerleşmiş kanaatleri sarstı, hazırlanan oyunları bozdu. Olay çıkardı. Mağlup olmadı.”
“Bandung’ta Türkiye nam yaptı, iyi bir şöhret kazandı. İş kolay değildi. Konferansa katılanların ekseriyeti, eski müstemlekelerdi, istiklallerine yeni kavuşmuşlardı. Eski müstemlekelerin sahiplerinin çoğu da NATO üyesi idi. Türkiye de NATO üyesi idi. Buna rağmen, Bandung’ta Türkiye dinlenildi ve sayıldı. Müstemlekeciliğin savunuculuğunu yapmadı tabii. Bandung atmosferinde böyle bir şey hayal bile edilemezdi.”
Ağustos 1954’te Kıbrıs sorunu gündeme gelmişti. Yunanistan, adayı ilhak için Birleşmiş Milletler’e başvurmuş, ayrıca yaptığı mitinglerle de konuyla ilgili ülke içinde kamuoyu oluşturmuştu. Birleşmiş Milletler bünyesinde de davasının desteklenmesi için, İsrail yüzünden ilişkilerimizin bir süredir gergin olduğu Arap ülkelerine yanaşmıştı. Türkiye ise Kıbrıs konusunda çok duyarlı idi. Adanın Yunanistan’a terk edilmesine seyirci kalmak mümkün değildi.
İngiltere, Kıbrıs sorununu çözüme kavuşturmak için bir konferans düzenleyeceğini Türkiye ve Yunanistan’a 1955 Haziranında bildirdi ve bu ülkeleri konferansa davet etti. Türkiye’nin Kıbrıs’ın geleceği konusunda söz sahibi olması kuşkusuz DP’nin dış politik zaferiydi. Hükümet bu daveti hemen kabul etti ve davada kararlılığını göstermek için Yunanistan’a sert bir nota vererek Kıbrıs konusundaki kışkırtmalarına son vermesini istedi.
Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasındaki görüşmeler 27 Ağustos 1955’te Londra’da başladı. Dışişleri Bakanlığına vekalet eden Fatin Rüştü Zorlu’nun savunduğu Türk tezine göre, ada Türkiye’ye verilmeliydi. Nitekim Lozan Antlaşmasıyla Kıbrıs Adasına ayrı bir statü tanınmış, Türkiye, Kıbrıs’taki egemenlik haklarını yalnız İngiltere’ye devrettiğini belirtmişti. Yine Lozan Antlaşmasıyla Adada yaşayan halklara iki yıl içinde Türk ya da İngiliz uyruklarından birini seçme hakkı verilmişti. Ada dörtyüz yıla yakın bir süre Türklerin elinde bulunmuşken, tarihin hiç bir döneminde Yunanlıların idaresine geçmemişti. Kıbrıs, Yunanistan’a bin mil uzaklıktayken, Türkiye’ye yalnızca kırk mil uzaklıktaydı. Ayrıca adada tapulu toprakların % 60’ı Türklere aitti, Birinci Dünya Savaşı’na kadar da adada çoğunluğu Türkler oluşturmaktaydı. Bu nedenle Kıbrıs’ta Yunanlılar, Türkiye’nin muhatabı bile değildi. Ayrıca İngilizler, Türkiye’den aldığı bir toprağı Yunanistan’a devredemezdi.
Yunanistan, Türkiye’nin sert, kararlı ve hukuki mesnetlere dayanan tavrı karşısında şaşkına döndü. Çünkü, Türkiye’nin böylesi bir tavrına o güne kadar alışık değildi. Enosis’te direnmek için geldikleri “Lancaster House”ta geri adım atmak zorunda kalan Yunanlıları, ilişkilerin son derece gergin olduğu bir ortamda 5 Eylül 1955 Pazartesi günü Selanik’te Atatürk’ün doğduğu ev ile Türkiye’nin Selanik Konsolosluğu arasında patlatılan bomba kurtardı. Bomba haberi üzerine, 6 Eylül 1955 Salı günü İstanbul Beyoğlu’nda toplanan kalabalık, sloganlarla Atatürk’ün evine yapılan saldırıyı protesto etti. Ancak akşam saat 19.00’dan itibaren protesto, toplum psikolojisi ve tabii ki bazı provokatörler sebebiyle nitelik değiştirdi. Daha çok Rum vatandaşların bulunduğu bölgelerde dükkanların vitrinleriyle kepenkleri kırıldı, yine Rumlara ait binalar, kiliseler, eğlence yerleri, okullar hatta mezarlıklar bile tahrip edildi. 7 Eylül Çarşamba sabahına kadar devam eden olaylar sonunda yanmış, yıkılmış ya da ağır şekilde tahrip edilmiş beşbin bina vardı. Bu binaların büyük çoğunluğu Rumlara; bazıları da binaları tahrip edilen Rumlara komşu Türk, Ermeni ve Musevi’lere aitti. Bu tecavüzler, İstanbul’a nazaran çok daha küçük ölçüde olmak üzere İzmir’de ve Ankara’da da görüldü.
6 Eylül akşamı İstanbul’da bulunan Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Başbakan Adnan Menderes saat 20.00 treniyle Ankara’ya hareket etmişlerdi. İzmit’e vardıklarında olaylar kendilerine haber verildi. Onlar da hemen İstanbul’a geri döndüler. Bizzat göstericilerin arasına girip olayları bastırmak için çaba harcadılar. Aynı akşam Başbakanlıktan yayınlanan bildiri ile İstanbul ve İzmir’de sıkıyönetim ilan edildi.
6-7 Eylül Olaylarının Londra Konferansını olumsuz etkileyeceği aşikardı. Nitekim siyasi görüşleri Fatin Rüştü Zorlu’yla hiçbir zaman örtüşmeyen Emekli Büyükelçi Mahmut Dikerdem de Londra’daki Lancaster House Konferansına katılmış ve anılarında Türkiye’ye dönüş yolculuğunu şu şekilde anlatmıştır:
“Lancaster House’tan doğruca, Havaalanına gittik. Uçağımız Belçika ve Almanya üzerinden İstanbul’a uçacaktı. Yolda uğradığımız iki kentte de gazetelerin büyük manşetlerle 6-7 Eylül olaylarını anlattığını gördük. Fatin Bey, yolculuk sırasında çok üzgün ve suskundu. Bir aralık yanına giderek, kendisini teselli etmek istedim. ‘Bütün çabalarımız, Londra’da elde ettiğimiz başarı, bir gecede heba olup gitti’ dedi.”
27 Mayıs darbesinden sonra Fatin Rüştü Zorlu, Yassıada’da 6-7 Eylül olaylarının tertipçilerinden olmakla suçlanarak yargılandı. Kendisine yapılan haksız ve kasıtlı ithamlar karşısında Mahmut Dikerdem, gerçekleri çarpıtan tanıklıklara karşı savunma tanıklığı yapmak üzere, Zorlu’nun avukatına başvurdu. Yüce Divan bu davada aleyhte 76 tanık dinlemişken savunma tanıklarının dinlenmesine gerek görmediğini bir ara karar ile bildirdi. Bu karar üzerine Zorlu: “Savunma tanıklarının dinlenmesine gerek görülmemesini Yüksek Mahkemece suçsuzluğuma kanaat getirilmiş olmasının delili sayıyorum” dedi. Altı yıl hapse mahkum edildi. Ayrıca bu davanın görülmesi sırasında Fuad Köprülü ve damadı Coşkun Kırca’nın Bayar, Menderes ve Zorlu aleyhine verdiği ifadeler yüzünden Yunanistan Türkiye’ye nota vererek maddi manevi tazminat istemiştir.
6-7 Eylül Olaylarının gerginliği iç politikaya da yansıdı. Olaylardan bir ay sonra, DP IV. Büyük Kongre hazırlıklarının yoğunlaştığı günlerde, DP’li 11 milletvekili “ispat hakkı” konusunu gündeme getirdiler. Basına “ispat hakkı” tanınmasını, böylelikle yayın organlarının kolayca sansür edilmesinin önüne geçilmesini isteyen milletvekilleri bazı önemli isimleri de yanlarına çekerek genişlediler. Ancak DP, bu milletvekillerinin bir kısmını ihraç etti, kalanlar da DP’den istifa etti. Ayrılan milletvekilleri 20 Aralık 1955’te Hürriyet Partisi isimli bir parti kurdular. Genel Başkanlığını Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu’nun yaptığı Hürriyet Partisi’nde hiçbir zaman düzenli ve akılcı bir çalışma ortamı kurulamadı. Partinin bir çalışma programı yoktu.”
…..
6-7 Eylül İçimizde Kanayan Yara…
6 Eylül 1955 Salı gecesi başlayan olaylar, 7 Eylül sabah saatlerine kadar sürdü.
6 Eylül akşamı Mithat Perin’in çıkardığı akşam gazetesi Ekspres’te “Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldı” manşeti üzerine Kıbrıs Türktür Derneği Taksim Meydanı’nda bir miting düzenledi. Miting alanına şehrin varoşlarından getirilen kişiler ellerinde aynı tornadan çıkmış sopalarla, Rum mağaza, ev, ibadethane ve hatta mezarlıklarına saldırdılar, yağmaladılar ve en kötüsü Rum kadınlarına tecavüz ettiler.
Bu saldırı sonucu meydana gelen kayıp Milli Eğitim Bakanlığının resmi verilerine göre şöyledir. İstanbul’da var olan 74 kilisenin 70’i, bir havra, 2 manastır, 8 ayazma eşzamanlı yakılıp yıkılmış; 32 Rum ve 8 Ermeni okulu tahrip edilmiş; 3584’ü Rumlara, ötekiler Ermeni ve Musevilere ait 5538 taşınmaz yıkılmıştır.
İngiliz, Fransız, Alman ve Yunan arşivlerinde araştırma yapan Bochum Ruhr Üniversitesinden Dr. Dilek Güven, “6-7 Eylül Olayları ve Failleri” adlı makalesinde( Toplumsal Tarih, sayı.141, Eylül 2005, sayfa sayısı 38-39) kaynak göstererek belirlemeler yapmış. Buna göre bazıları şöyle, Yunan basınına göre olayların sorumlusu İngiltere’dir. Yine bu arşivlerde, İngiltere’nin 6-7 Eylül Olayları’nın planlanmasında katkısı bulunduğuna dair ciddi ipuçları vardır.
Bu olayın sonucunda, Aziz NESİN, Asım BEZİRCİ, Hasan İzzettin DİNAMO, Kemal TAHİR, Nihat SARGIN, Aslan KAYNARDAĞ ve 50 civarında aydınımız tutuklandı. Ağır Cezada yargılandı ve beraat ettiler.
Oysa Lozan Antlaşması hükümlerine göre; Türk kimliği taşıyan Hıristiyanların, yasalar önünde Müslümanlarla eşit konumda bulunduğu belirtilmiş olmasına rağmen Rum ve Ermeni yurttaşlarımız, yaşadıkları bu şok olaydan sonra büyük bir çoğunluğu ülkemizi terk ederek başka ülkelere göç ettiler.
…..
*Dönemin özel harp komutanı bu kışkırtma için mükemmel bir proje diyerek övmüştü yıllar sonra… Bir anlamda emperyalizmin kucağında kendi zenginliğini tek taraflı bozarken yine ganimet kültürüyle kalan sermayeye sahip olunurken dışarıda kazanılan artı değerlerde heba ediliyordu… Bunların faturası gün gelecek ödenecektir..
6-7 Eylül olayları hala kanayan bir yaramızdır… Ancak bu olaylardan sonra genelde her zaman suskunluğu ile kayıtsız kaldığını düşündüğümüz ve yeri geldiğinde bir yerlere koymak istemediğimiz insanlarımızın güzelliklerini bu akşam sizlerle paylaşmak istedim:
*Türk insanı en sıkıntılı dönemlerinde –Kurtuluş Savaşı’nda- gösterdiği dayanışmayı 6-7 Eylül olaylarında zarara uğrayanlar için bir kez daha ortaya koymuştur.
Bu konuda ayrıca örnek bir iki davranışı nakletmek istiyorum.
Şöyle ki bir camcıdan bahsettiler: son hadiselerden sonra uzak yerdeki evinin camlarını yenilemek için kendisine müracaat eden müşteriye demiş ki: sizin de camlarınızı hemen yenilemek isterim. Fakat evvela kendi muhitimdeki camları kırılmış olan müesseselere yardım etmek benim için birinci derecede vazifedir. Sizin muhitinizde tanıdığım bir camcı vardır. Ona müracaat ederseniz herhalde o da evvela sizin yardımınıza koşacaktır. Başka bir camcıya müracaat etmişler. Müşterinin istediği camları hemen vermiş. Fiyatını da eski fiyattan daha ucuz tutmuş. Hâlbuki şimdi cam fiyatlarının ateş pahasına yükseleceği zannediliyormuş. Nitekim iki camcı vatandaşın takındıkları tavır güzeldir ve milli dayanışma bakımından övülmeye değer bir davranıştır.
(Akşam, 11 Eylül 1955: 3).”
6-7 Eylül Üzerine…
Dönemin Dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 1954-57 arası Dışişlerinde ülkemize dışarıda çok önemli artılar kazandırır… 1955 yılı Nisan ayında Endonezya’nın Bandung kentinde Asya-Afrika zirvesi toplanmış. Bu konferansa NATO üyesi olarak yalnız ülkemiz katılmış ve toplantının yıldızı olmuş…
Bandung ta hatırı sayılı bir ün kazanan Dışişlerimizin ülke dışında saygınlığı tavan yapmıştı.
1954 yılında Yunanistan kendisine 1000 mil uzakta da ki Kıbrıs’ın verilmesi için Birleşmiş Milletlere başvurmuştu.
İngiltere her iki ülkeyi 27 Ağustos ta Londra da toplantıya çağırdı. Dışişlerimiz bu toplantı da fırtına gibi esti. Yunan Dışişleri Türk tezleri karşısında adeta çöktü. Kıbrıs’ı almaya gelen Yunanistan elindeki bütün kozları yitirdi.
Ancak ne olduysa o arada oldu. İçeride ki hainler emperyalizmin kucağında Selanik’te Atatürk’ün evi bombalandı yalan haberiyle hem Yunanistanın faşist güçlerini bu hezimetten kurtardı hem de içeri de yer alan ülkemiz yurtseverlerin cadı avı ile tutuklanmasıyla Menderes hükumetinin sonunun başlangıcını sağlamış oldu. Oysa Menderes ülkenin dinamikleriyle uğraşmasaydı ve hemen üzerine gidip derin devlet bağını açığa çıkartabilseydi hem İngilizleri hem de Yunanistan da yer alan faşist cunda taraftarlarının yükselmesini önlemiş olacaktı. Sonrasında Kıbrıs ta yaşanılan gerginlik sonrası Johnson mektubuyla ayı ile girdiği yatak muhabbetinde aldığı yara ile ayakları suya eren sayın İnönü Atatürk’e sarılacağı yerde faşizme sarılır ve giderek daha da faşist bir tavır takınarak ülke de ki tüm rumları kişi başı 20 dolar ve bir bavul ile ülkelerine gönderir. Sonrasında ayaklar suya erer ama iş işten geçmiştir. Oysa 1960 yılında CHP gençlik kolu başkanı Rum bir gençti.. Yine Erzurum ordu evinde bir yangında bir rum askerimiz ölüm pahasına dört Türk askerini kurtarırken kendi şehit olur. Ne acıdır ki derdimiz hep kendi zenginimizi yaratabilmek üstüne olmuştur. Yarattığımız o zenginimiz de o parayı ülkesinden daha çok sevmiş ve ülkesini hep sırtından hançerlemiştir…
Keşke Rum ve Ermeni kökenli iş adamlarımız olsaydı..
Biz de bizden olanlar hep bozuntu çıktı.
Para insanımızın eşraf kültüründen gelen olmayan ahlakını daha da bozdu..
En iyisi susmalı ve lafı merhum sayın Ecevit’e bırakmalı…
“Sıla derdine düşünce anlarsın
Yunanlıyla kardeş olduğunu
Bir Rum şarkısı duyunca gör
Gurbet elde İstanbul çocuğunu”
…………….
“Aramızda bir mavi büyü
Bir sıcak deniz
Kıyısında birbirinden güzel
İki milletiz”
“Bizimle dirilecek bir gün
Ege’nin altın çağı
Yanıp yarının ateşinden
Eskinin ocağı”
“önce bir kahkaha çalınır kulağına
Sonra rum şiveli Türkçeler
O Boğazdan söz eder
Sen rakıyı hatırlarsın”
“Yunanlıyla kardeş olduğunu
Sıla derdine düşünce anlarsın” (BÜLENT ECEVİT )
…
Ne acıdır ki oyun bitmemiştir.
ABD yi bölgeden def edemezsek,
Kıbrıs konusunda yine savaş çığlıkları kulaklarımızda çınlayacaktır…
Yaşasın Türk ve Yunan Halkları
Kahrolsun Emperyalizm
…
“Doğu Akdeniz’i kim kontrol edecek?”
*Amerikan Jeolojik Araştırma Merkezi’nin 2010 yılında yayımladığı rapora göre, Doğu Akdeniz’de kıyı şeritleri petrol ve doğalgaz yatakları açısından paha biçilemez değerde.
Kıbrıs’ın çevresinde 3,5 trilyon metreküplük doğalgaz var
Akdeniz’de ilk hareketlilik İsrail’in kuzeyinde trilyon metreküplük doğalgaz yataklarının keşfiyle başladı. 2010 yılına gelindiğindeyse, araştırmalar hızlandı. Bu süreçte, Kıbrıs Adası çevresinde 8 milyar varillik petrol rezervi, Girit Adası’nın güneydoğu ve Kıbrıs Adası etrafında 3,5 trilyon metreküplük doğalgaz tespit edildi.
Türkiye ve KKTC de söz hakkı sahibi
Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesine göre, Doğu Akdeniz’deki yataklarda kıyı devletler, yani Mısır, Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Lübnan, Suriye, İsrail ve Gazze Şeridi söz hakkına sahip.”
“Doğu Akdeniz’i kim kontrol edecek?”
Bütün bu çekilen çilelerin sorumlusu ve çözümü bu soru içinde aranmalıdır. ABD emperyalizmi, dünya jandarmalığı görevini sürdürebilmesi için bunu yönetmeye mecbur… Ve bunu yapabilmek içinde bildiği en iyi işi yapıyor. Bizleri kırdırıp kuracağı kukla devletlerle bu bölgeyi kendi inisiyatifiyle yönetmek isteyecektir. Bölge ülkeleri birleşirse hem bölge ülkeleri hem dünya kazanır…
Sevgi ve saygılarımla…
*Derleme bir yazıdır…