Osmanlı İmparatorluğu 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşının yaralarını henüz saramamışken bunu fırsat bilen Yunan Krallığı sürekli Osmanlı sınırında sorunlar çıkartması yetmiyormuş gibi Girit başta olmak üzere Osmanlı Coğrafyasında Ortodoks nüfusun yoğun olduğu bölgelerde halkı kışkırtarak sürekli yeni isyanlar arayışındadır.
Nihayet 6 Nisan 1897 yılında bir Yunan Sınır Devriye Bölüğünün Osmanlı egemenliğinde bulunan Alasonya Sancağına bağlı bir Türk kariyesine, sınırı ihlal ederek girip halkın malını gasp edip kendi sınırlarına dönmesi ve olayda 3 Türk köylüsünün de katledilmesi üzerine padişah 2’nci Abdülhamit Bölgedeki 2nci Ordu Komutanı Mürşid Ethem Paşa’ya taarruz emri verdi. Böylece savaş 17 Nisan 1897 tarihinde resmen başlamış oldu.
Savaş başlamadan önce orduların durumları şöyledir;
Yunan ordusunun başında kral 1’nci Yorgi’nin oğlu Prens Konstantin vardı. Yunan ordusu 75 bin piyade, 500 süvari ve 170 top gücüne sahipti. Ancak Yunan Ordusunun asıl güvendiği güç cephe gerisinde teşkilatlanmış gayri nizami unsurlardı. Bunların da sayısının 30 bin olduğu tahmin edilmekteydi.
Osmanlı ordusu ise 110 bin piyade, 1650 süvari ve 210 top gücünde idi. 110 bin piyade gücünün 65 bini Karadeniz bölgesinden getirilen yeni redif taburları olduğunu da belirtelim. Yani Osmanlı ordusu sayıca üstün olsa dahi birlikleri tecrübesiz idi.
İlk büyük çarpışma dağlık Epir bölgesinde stratejik öneme haiz olan Milan geçidinde oldu. Yunan Kuvvetleri bekledikleri cephe gerisi sabotaj saldırıları gelmeyince Türk top ateşi ve taarruzlarına dayanamayarak Yenişehir’e yani bugünkü Larissa’ya çekildiler. Cephe gerisini Resneli Niyazi Paşa tutuyordu ve kesinlikle silahlı Rum çetelerinin bir araya gelmesine imkan vermiyordu. Bunda en etkili unsur güçlü bir istihbarat ağı kurmasıydı. Rum çeteleri önceden belirledikleri toplanma yerlerine Türk ordusunun istihbarat duyumlarına göre önce mevzilenmesi cephe gerisini güçlendirmiştir. Bu durum ordunun yeterli lojistik destek almasına da neden oluyordu. Bu savaşta Selanik ve cephe hattı sürekli açık halde tutuldu.
Padişah 2’nci Abdülhamit Yunan kuvvetlerinin geri çekilmesi üzerine Batılı devletlerin hemen devreye girmesine mahal vermeden ordu cephe kumandanlığına yıldırım harekatı ile süratle ilerlemesi doğrultusunda emir vermiş, bunun üzerine Mürşid Ethem Paşa önce 25 Nisan’da Yenişehir’e, ardından 28 Nisan’da da Tırhala’ya girmiştir.. Bununla da yetinmeyen Mürşid Ethem Paşa stratejik öneme haiz olan Volos Liman şehrini de aldı. Yunan ordusu daha da güneye çekilerek Dömeke’nin (bugünkü adı Domokos) hemen kuzeyinde savunma hattı oluşturdu. Batılı devletler olayları Atina büyükelçilerinin raporları doğrultusunda şimdilik izliyorlardı. Çünkü o raporlar, Osmanlı ordusunun bu mevziler önünde kesin yenileceği ve savaşın seyrinin Yunan ordusu lehine gelişeceği yönündeydi ancak bu öngörüleri tutmadı.
17 Mayıs 1897 tarihinde Osmanlı ordusunun net zaferi ile Dömeke’de Yunan ordusu büyük bir mağlubiyet yaşadı. Yunan ordusu dağınık biçimde Lamiya-Atina yolunda geri çekilirken, Osmanlı ordusu takip harekatına geçmişti.
Sonuç olarak Atina savunmasız kaldı. Osmanlı Orduları 19 Mayıs 1897 sabahında Lamiya kentine girdi.
Başta İngiltere, Fransa, Avusturya ve Almanya olmak üzere büyük devletlerin elçilikleri Osmanlı Sarayına bizzat giderek Yunanistan Krallığı adına ateşkes ricasında bulundular. Öğleden sonra ise Saraya Rus Büyükelçisi Çar 2’nci Nikolay’ın telgraf mektubunu ulaştırılır.. Çar Osmanlı ordusunun Atina’ya doğru harekâtının derhal durmasını ateşkesin sağlanmasını ve barış müzakerelerinde bizzat Osmanlı lehine baskı uygulayacağını taahhüt ediyordu. Aksi durumda Osmanlı’ya hem Kafkasya’dan hem de Balkanlardan cephe açacağı tehdidini nota halinde veriyordu.
1877-1878 savaşının acı hatırası henüz kurumadığından olsa gerek aynı günün akşamı saraydan cepheye “harekatı durdurun” telgraf emri gider.
Ordunun öncü kuvvetleri Atina’ya 30 km mesafede durur.
Uzun süren barış müzakereleri nihayet 4 Aralık 1897’de İstanbul’da bitmiş ve İstanbul Antlaşması imzalanmıştır.
Antlaşmaya göre;
Osmanlılar savaş sırasında ele geçirdiği Teselya’yı boşaltmıştır. Bu Osmanlı-Yunan sınırının 17 Nisan 1897 öncesine dönmesi demekti. Buna karşılık; Yunanistan, Osmanlı Devleti’ne 4 milyon lira savaş tazminatı, savaş sırasında halka verdiği zararlara karşılık da 100 bin lira tazminat ödemiştir.
Son olarak, savaş sırasında Girit adasında asayiş ve idareyi kaçıran Osmanlı için Girit şimdilik kendisinde kalmış, ancak padişahın atayacağı Hristiyan bir vali tarafından yönetilmesi kabul edilmiştir.
***
Şu Abdülhamit tartışmalarından gına geldi artık..
Adam kimilerinin abarttığı gibi ne bir evliya ne de bir kızıl sultandır.
Adamcağız kendine göre bir dünya görüşünde ısrar etmiş mutlak monarşik bir yönetimle “Osmanlıcılık” diye bir ütopik ideolojiye saplanıp yaşamış. Şu yukarıda anlattığım savaşta kazanan taraf olmasına rağmen elde edilen zaferin masa başında taçlanmadığı gün gibi ortada. Çünkü eli güçlü değil. Ordusunu çekmese Rus Çarlığı başta olmak üzere tüm batı dünyasını da karşısına alıp top yekûn savaşacak. O günkü Osmanlı maliyesi bu saldırıyı finanse edecek çapta değil.
Güncel ideolojik dürtülerinizin esiri olup, ATATÜRK düşmanlığınıza kontra kişilik çıkartma güdüsü ile O’nun adını durup durup zikredip abartmayın artık şu adamı. Bırakın huzur içerisinde iyi ve kötü anıları ile uyusun.
Abdülhamit asla ATATÜRK’e alternatif olabilecek ne dönemde ne de koşullarda yaşamıştır.
Konu gerçekten bir mukayese yapmak ise buyrun yapalım…
ATATÜRK karargah generali iken kendini sahaya atıp, o saha da Milli Mücadeleyi başlatmış ve sonucunu başarı ile almış bu devletin kurucu lideridir.
“Önce Samsun’a çıktı, Amasya’da tamim yayınladı, Erzurum ve Sivas’ta kongreler yaptı, Ankara’da meclisi ve hükümeti kurdu, sonra düzenli orduyu teşekkül ettirerek savaştı ve ülkeyi kurdu.”
Tek cümlede anlatıldığı gibi kolay değil o işler. Öyle bir toplum düşünün ki tüm toplumsal refleksleri teokratik ve monarşik yönetimin gereklerine göre olsun. Ve yine öyle bir toplum düşünün ki monarşizme ve teokrasiye sonuna kadar inansın.
1919 Osmanlı toplumu tamda bu sosyolojik kıvamdadır. Kolay değil böyle bir toplumu, tamamından vazgeçtim bir kısmını Milli Mücadele’ye inandırıp savaşmaya motive etmek. Bu tam ve noksansız bir liderlik becerisidir. Bunun başka bir izahatı yok. ATATÜRK işgalci düşmanla beraber aynı zamanda İstanbul’daki saltanatın sosyolojik egemenliği ile de savaşmıştır.
Abdülhamit ise yasama-yargı-yürütme erklerini kendisinde toplamasına rağmen, İmparatorluğun 1 milyon 600 bin kilometrekare toprağının kaybedilmesine engel olamamış bir padişahtır.
Bu toplumu tarih bilimini iğdiş ederek, sağından solundan bükerek, üstünden altından eğerek istismar edip saçma sapan kuramlarınız ile zehirlemekten artık vazgeçin.
Bırakın cahilliğiniz masum kalsın.
Kastı aşmasın.
YETER.
Oğuz Geren