Bu hafta sizlerle yakın tarihimizin çok önemli bir olayı hakkında sohbet edeceğiz ve büyük bir tehlikeye dikkat çekeceğiz.
Her semavi dinde kitaplar aynı olmasına rağmen yorum farkından dolayı mezhepler ve mezhepler içinde de tarikatlar ortaya çıkmıştır. Hristiyanlıkta Ortadoks Katolik ve Protestan mezhepleri ile çeşitli tarikatlar türemiştir. Musevilikte aynıdır. İslamiyet’te de aynı olmuştur. Önce Sünnilik ve Şiilik olarak ikiye bölünmüş, daha sonra Karmatilik ortaya çıkmıştır. Son yıllarda ise Vahhabilik diye bilinen nakilcilik doğmuştur. Bu tarikatlar zaman zaman devlet üzerinde etkili olmuşlardır. Bir tarikatın devlet üzerinde egemen olması demek diğer inançta olanlar ile aynı tarikattan olmayanlar üzerinde baskı unsuru olmak demektir. Böyle devletler maalesef büyük problemlerle karşılaşmıştır.
Anadolu Selçuklu devleti yönetimi devşirme Farslılara bıraktığı için 1240 yılında Babalı isyanı olmuştur. Bu isyan sonucunda devlet zayıflamış ve Moğolların gelişini durduramamıştır. Moğol yenilgisi devletin sonu olmuştur.
Osmanlılar ise kurulurken esnaf Bektaşiliği olan Ahilik üzerine kurulmuştur. Bu teşkilat durağan değil değişkendir. Üretime dayalıdır. Akılcıdır. Bundan dolayı Osmanlı Beyliği kısa bir zaman içinde büyümüştür. Balkanları Bektaşilik sayesinde çok kısa bir zamanda fethetmiştir.
Fatih Sultan Mehmet zamanında Türkler devlet yönetiminden dışlanmışlardır. Yavuz Sultan Selim zamanında ise devlet yönetiminde Arap uleması etkili olmuş ve devlet durağan nakilci İslam’a yaslanmıştır. Bu dönemde pek çok sünni tarikat devlet egemenliği üzerinde mücadele etmiştir. Kadızade denilen grup bu zümrelerin en etkilisi olmuştur. Kadızadeler yüzünden devlet ilk defa 1600 yılında Karlofça antlaşması ile toprak kaybetmiştir. Bu gerileme 1921 yılında Sakarya boylarında ancak durdurulabilmiştir.
Cumhuriyet kurulduktan sonra din devlet yönetiminden uzaklaştırılmış ve din asıl yeri olan vicdanlara yerleştirilmiştir. Devlet laikleştirilmiştir. Fakat tarikatlar Cumhuriyetin kurulmasından sonra yer altına çekilmişler ve tüm devrimlere karşı çıkmışlardır.
Tarikatların Nakşibendi Halidi kolu olan tarikat 1925 yılında Şeyh Said isyanı ile tepki vermiştir. Aynı tarikat 1930 yılında Menemen olayını yaşatmıştır. Atatürk zamanın da bir şey yapamayan bu tarikatlar çok partili döneme geçilince partilere oy gücü ile etki etmeye başlamışlardır. 1950-1980 arası böyle geçmiştir. Siyasi iktidarlar oy kaygısı ile tarikatlara sürekli taviz vermişlerdir.
1980 yılından sonra tarikatların önü açılmış ve örgütlenmelerine destek verilmiştir. Bu dönemde tarikat örgütlenmelerini sivil toplum örgütlenmesi kabul edilmiştir. Oysa sivil toplum örgütlenmesi olan dernekler ile tarikatlar arasında dağlar kadar fark vardır. Sivil toplum örgütlerinde her 3 yılda bir genel kurul yapılır ve yönetim yeniden seçilir. Mali durumları örgüt tarafından denetlenir ve aklanır. Yani yapıp ettikleri ortadadır. Oysa tarikatlar öyle değildir. Örgütlenmeleri bulanıktır. Mali durumları gizlidir. Genel kurul denen bir kurul hiç yoktur. Tarikatta bir şeyh vardır ve müritler şeyhe Allah’a tapar gibi taparlar. Onun her söylediği kanundur. Şeyh ölünce yerine yeni bir şeyh geçer ki bu genellikle şeyhin oğludur. Böylece tarikatlarda bir saltanat sistemi vardır diyebiliriz.
Tarikatlar devlet içinde devlettir. Oysa bir devlette en büyük güç devlet gücüdür. Yasaları devlet koyar ve denetler. Oysa tarikatlarda devletin kanunları değil tarikatın kanunları geçerlidir. Tarikatların kanunları değişmez. Bir tarikat mensubu bir devlet hizmetine girse amirinin sözünü değil şeyhinin sözünü dinler. Bu ise hiyerarşik yapıda büyük problemler doğurur. Nur cemaatinden Fethullah Gülen cemaati bu şekilde devlete sızmaya başladı. Ordu, içine sızan elamanları dışarı attıkça bazı siyasi partiler buna itiraz ettiler. Oysa bu sızmalar ordunun hiyerarşik yapısını bozuyordu.
Yine Amerika ile anlaşan Fethullah Gülen dış ülkelerde okullar açtı. Göz boyamak için Türkçe Olimpiyatları düzenledi.1990’lı yıllarda peygamberimiz Hz. Muhammed’in doğumunu miladi takvime bağlayarak 21 Nisan Haftasını “Kutlu Doğum Haftası” olarak kutlamaya başladılar. Milli Eğitim Bakanlığı bu olaya dört elle sarıldı. Kutlu doğum etkinlikleri bir aya kadar uzadı. Daha sonra bu kutlu doğumun Fethullah Gülen’in doğumu olduğu anlaşıldı.
2010 yılında üniversite sınavlarında soru çalındığı dile getirildi ve pek çok eylem yapıldı. Fakat hiçbir soruşturma yapılmadı. 2007 yılında orduya açılan Ergenekon davaları ile ordu iyice temizlendi ve gerekli yerlere Fetöcü elemanlar yerleştirildi. Fetö’nün bu şekilde devlete sızmasına ve yerleşmesine iktidarda olan AKP destek oldu. ‘Ne istediler de vermedik’ dediler.
15 Temmuz 2016 tarihinde Fetöcü subaylar ayaklandılar ve devleti ele geçirmeye çalıştılar. Akıncılar Hava Üssü’nden kalkan uçaklar meclisi bombaladı. Ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldı. Karışan subaylar yargılandı. Ordu da ve devlet bürokrasisinde yoğun bir Fetö temizliği yapıldı. Fakat Fetö’den boşalan yerlere bu seferde Menzil tarikatı elemanları yerleştirilmeye başlandı.
Fetö olayından ders alınmadı. Geçen gün Menzil şeyhi öldü. Cenazesine devlet ileri gelenleri de katıldı. Bu hoş bir görüntü değildi. Bugün İstanbul’da İskenderpaşa Cemaatı ile Adıyaman Kahta’da Menzil cemaati devlet içinde çok etkilidirler. Yine ileride bir tarikat ayaklanması olabilir. Bunun önlenmesi için devletin acilen kuruluş ilkelerine yani fabrika ayarlarına dönmesi lazımdır.
Dünya işi akılla yürür. İnanç vicdanda olduğu zaman baldır. Toplum üzerine baskı unsuru olduğu zaman ise zehirdir. Ülkemizi zehirden koruyalım. Saygılar.