Yaşantımız üstüne söz sahibi olan, onu bilgilendiren, eğiten ve yönlendiren, kamunun düş yetisini dilediği gibi dumura uğratan egemen düşünce, geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi günümüzde de bütün mekanların ve zamanın bağrında olanca ağırlığıyla duyumsanıyor. Cemaatlara bölünen toplum, tanrı şalına büründüğünü iddia eden liderlerinin sözünden bir adım bile dışarıya çıkamazken, tad alarak, koklayarak, işiterek, bakarak ve hazır bulduğuyla yetinerek bir kerelik ömrünü verilen komutlara göre biçimlendiriyor. Aklı, düşüncesi ve düş gücü kim vurduya gidiyor bu kombinezonda. Dolayısıyla kara, kuru ve meyvesiz bir iklimde sergilenen görüntüler insani değerlerden yana olanların midesini bulandırıyor.
Özgürlük tutkusu her çağda kimilerince sindirilmeye çalışılmıştır. Ama insanlık onu daha zengin bir içerikle ayakta tutmayı başarmıştır daima. Soyutlama, yargılama, çözümleme ve bütünleme vb. güçlerin kendine özge olduğunun ayrımına varan insan başını dik tutmayı öğrenmiş ve gelecek adına karanlığın karşısına dikilmiştir.
İçine doğduğumuz toplumun genel geçer kurallarının vazgeçilemezliği, birbiri ardı sıra gelen kuşaklara aşılanıyor. Cinlerle yatıp, perilerle kalkan, gömütlükteki iskeletlerden medet uman köklü bir yapının ağırlığı altında yanıp kavrulan insan, gözlerinin önündeki hayatın kımıltısına bakmayı akıl edemiyor. Aklı kullanma yetisi elinden alınanın içine düştüğü kuyularda debelenmesidir bu durum. Yaşanan olumsuzlukları anlatanların hapisanelere tıkıldığı, sürgünlere gönderildiği, kitaplarının yasaklandığı coğrafyada özgür düşüncenin temeline dinamit koyan yayınlara hiçbir yaptırımda bulunulmaması dikkatinizi çekmiyor mu? Yılda bir kez kutlanan kütüphane haftasıyla, paralı eğitimle, aklın olumsuzlukları alt edemeyeceğini bilen egemen güç, kendi yaratması ve dayatması olan öteyaşam düşüyle oyalananların varlığından hoşnut görünüyor. ’Yasak Yayın’, söyleminin içine doğanlara, kitap öcü gibi gösterildi dolayısıyla akıl rafa kaldırıldı. Köşe dönücü tacir olmaları istendi halktan. İnsanlık alfabesinde onurun, gururun ve ahlâkın yeri yoktu onlara göre. İnsani ilişkilerin sınır çizgileri olan yasalar, keyife göre değişime uğradı, terazisi kırıldı adaletin.
Aklı bozguna uğratan yayınların piyasaya sürüldüğü andan itibaren baskı üstüne baskı yapması göz önüne getirildiğinde, kalabalık bir pazar olayı çıkar karşımıza. Diğer iletişim araçlarıyla da kuşatılan bu kitlenin hiç de küçümsenir olmadığı kendiliğinden anlaşılır. Bu gerçeği güncel hayatımızın sokağında, pazarında görüyor ve aydınlığa, aydınlanmaya kafa tutanları içimize sindirmeye çalışıyoruz. Oysa çok gerilere gitmeden hemen anımsanan Sıvas katliamı ve Hizbullah gerçeği, dogmalarla biçimlenen yaşamların hiç de özgür olmadıklarını göstermesi açısından ilginçtir. Bu bağlamda Turan Dursun’u, Bahriye Üçok’u, M.Aksoy’u, bu aydınlanma ustalarını saygıyla anıyor, katledenleri lanetliyorum.
İçinde bulunulan durumu gözler önüne sermesi açısından baskı üstüne baskı yapan ve pazarı hazır olan bir kitabın içeriğinden kısacık bir pasajı birlikte okuyalım;
“Dini, ahlakı bozucu yayınlar yapan radyoları, televizyonları da eve sokmamalıdır. Bunlar kötü arkadaştan daha fenadırlar. Çocukların ve zevcenin dinlerini bozarlar. Zevcesi ve kızları, ev işleri ile uğraşmalı, tarlada, fabrikada, bankada, ticarethanelerde ve memurluklarda çalışmamalıdır. Kadının ve kızlarının para kazanması, babasının ve kocasının sanatına, ticaretine yardım etmesi lazım değildir. Kadın bunları yapmağa zorlanırsa, dini ve ahlakı, sıhhatı bozulur. Her ikisin de dünyaları da, ahretleri de harab olur.”-M.Hadimi,İslam Ahlakı,Hakikat Yyn.,1997,32.Baskı,sf.331-
Bu güzelim ülkenin üstüne karanlık kumaşlardan giysiler biçenlerin gelecek kuşaklara karşı sorumluluk duymadıkları ortada.
“Bizim vazifemiz bu ilahi olan bilgileri kendi idrak ve bilgilerimize tercih etmek, ancak bu ilahi bilgilere güvenmek, akli delillerle, nakli deliller birbirine uymazsa, aklı bir tarafa bırakarak emredilmiş olan hüküm ve inanın doğruluğuna inanmak ve emri doğru diye bilmektir” diyen, yasa işlevindeki Gazalı öğretisinin, şimdinin kımıltılarıyla ilişkisi, alaveresini varın siz düşünün! Yukardaki alıntıdan sonra, bilimsel buluşları, yenilikleri , keşifleri bu öğretiye mal etmeye kalkışanların, en basitinden kıble saatini bulmak için yararlandıkları logaritmayı bulan kişinin İskoçyalı John Napıer olduğunu da söylemeleri gerek! Matbaayı bir Alman’ın, dürbünü ve havanın ağırlığını bir İtalyan’ın, kuduz aşısını Fransız’ın, kolumuzda taşıdığımız saati bir Hollandalı’nın ve yaşamı kolaylaştıran nice yaratımların özgür düşünceli insana ait olduklarının söylenmesi gerek.
İbni Haldun’un Mukaddime’sinin ikinci cildinde şöyle yazıyor;
“Fars’ı fethettikten sonra birçok eser ve kitap buldular. Ordunun başkomutanı olan Saad bin Vakkas, Müslümanlar faydalansınlar diye, bu kitapları götürmek üzere Halife Ömer bin Hattap’a mektup yazarak müsaadesini istediğinde, Ömer; ‘bu kitapları suya ve ateşe atınız, çünkü Fars’ların bu kitapları hidayet yolunu gösteren ilimleri içine alıyorsa,Yüce Tanrı pek mükemmel olarak bize hidayet yolunu göstermiş, insanları azgınlığa sevkeden bilgileri içine alıyorsa, Tanrı bundan bizi korumuş olur’ diye cevap verdi. Bu suretle Fars’ların ilimleri bize ulaşmadan ortadan kayboldu.” Sf. 570
Bu katı yasağa rağmen , aklın doğal öğrenme isteği Emeviler zamanında ortaya çıkar ve Yunanca’dan, Hintçe’den, Farsça’dan, Sanskritçe’den edebi ve bilimsel kitaplar birbiri ardına tercüme edilir. Akıl egemen güce başkaldırısıdır bu durum gerçekte.
Yetmiş beş yılı geçkin bir zamandır inanç, siyaset ve ekonomik uygulamaların toplumun iyiliği, refahı adına yapıldığı söylemi inanılırlığını yitirdi. Birileri onuru, gururu, insanın vazgeçemeyeceği niteliklerini anımsayıncaya dek şimdilik durum bu. Hiç de iç açıcı değil ne yazık ki. Sırtımıza tüneyen keneleri ve aydınlanma düşmanlarını tanımamız gerekiyor ki şiir gibi yaşamlar bizim olsun..
Bülent GÜLDAL
güzel ,tbrkler.