Gül diye kokladığım sevgilimin
gülüşünü iliştirip yakama
bir sonbahar akşamı
yitirdim sevincini yaşamanın
Yirmi beş Eylül bin dokuz yüz elli
İskenderun Limanı
saat akşamın yedisi,
demir alma zamanı
anons ediliyor
yabancı türkülerle
Bakır çalığı yüzlerinde
yaşanmış hüzünleri gizleyerek
tarihsel yanlışı görmüyorlardı
anılarının girdabına
dönüşsüz yollara
uğurluyorlardı bizi
Uzakdoğu rotalı
geminin küpeştesinde
geleceği söyleşiyoruz
Çankırı’nın Bozkır köyünden
ağır makineli tüfekçi
Nazım Pak çavuşla
O diyor ki bana;
gülünü içinde büyütür
besler sevdanın zaferini
bin yıldır bakar pencereden
yüreği kar altında
bir genç kız,
gün olur gelir diye
türküler içinden beklediği
Ben diyorum ki ona;
acısı unutulan
anısı kalan
depremdir ölüm,
sığmıyor yüreğime
hüznü sevdanın
yaşadığımız salt figân
yakışmıyor anı defterine
Kaechon Dağları’nda
binlerce kişiydik
Akdeniz kokan,
vurulduk birer birer
ne işimiz vardı
Şakağına dayadığın
intiharın nedeni
bizim buralarda işimiz ne, değil mi
sayın binbaşım?
Annene gönderildi
cüzdanındaki yüz dolar
vasiyetin üzerine
yadigâr bıraktım senden
anılarını yazdığın dolmakalemi
bir elma ağacının dibine
İzinizi bulamadım mayın tarlasında
sayın üsteğmenim,
bir anı diye getirmek isterdim
koynunda sakladığın
siyah zülfü öpülmekten sararmış
fotoğrafı, sabırla bekleyen sevgiline
Göğsüme takılan
silver star nişanı
bir acayip balık şimdi,
Akdeniz’in sularında
kalbimle yüzer
yosunlarla söyleşir
karanlıklar içinde
aranır gök maviyi
Ben, İbrahim Ak çavuş
sağ kolum helâl olsun
Kumha Vadisi
sol kolum yeter, demiştim
ama yetmedi
Acılarla yoğruldum
istemiyorum bayramları
tak altından geçişlerin
davetiyelerini de
gazilik giyneğimi soyundum
Kaechong Dağları’nda binlerce kişiydik
Akdeniz ve Anadolu kokan,
vurulduk birer birer
Kore’de ne işimiz vardı ?