Alıcı kuşların masasında acemi bir külhan, iş bilmez kasap
ulu orta naralara sığınan eğreti kürsüler gibisiniz,
çöle dönüştürdüğünüz bahçenin yüzünden hüzün akıyor
açlığa ve esarete doğuyor çocuklar, işsizliğe,
keyiften mi ürperiyorsunuz yoksa korkudan mı titriyorsunuz?
Aşkları yok sayan yalancılar dergâhında kuzu gibisin ey halkım
yanlış kılavuzların peşi sıra geldiğin uçuruma eğil de bak,
bir koyup beş almanın masalını anlatanlar kayboldu birer birer
toprak soruyor şimdi, su soruyor ; güle hayır mı gelir soluğu çöl kokandan?
Orman ağaca dönüyor yüzünü ve sesleniyor; kendin olmak için daha ne bekliyorsun?
Bülent GÜLDAL
“Sömürme, tekel kurma hakkını alın ellerinden. Aylak insan bırakmayın memleketinizde. Üretim yolları yaratın. Yoksulluk yüzünden bugüne dek hırsızlık, serserilik ya da uşaklık eden, aşağı yukarı aynı kaderi paylaşan bir sürü insan oralara gidip yararlı bir çalışma yoluna girsin. Bütün bu anlattığım dertlere çare bulamazsanız, adaletinizle övünmeyin: İnsafsızca, budalaca yalan söylemiş olursunuz.”
-T.Moore
Zamanın her diliminde insanın onurlu bir yaşama sahip olmasını isteyenler çıkmış ama bugüne kadar ne bu özleme ulaşılmış ne de böylesi önerilerde bulunanlara uzun boylu söz hakkı tanınmış.Yukarıya alıntıladığım düşüncesine yandaş bulan Thomas More’ da kafası kesilerek susturulanlardan biri. Adamın istediği güllük gülistanlık bir yeryüzü, ne var bunda kafa kopartılacak (!). Üretimi bol, yoksulu yok, çalışanı çok ve mutlu insanların yaşadığı bir coğrafyada kendine yer edinemeyecek olan hüznün şiiri de yazılamayacaktı elbette.Ne yazık ki şimdilik çok uzağındayız o düş ülkesinin. Bir şeyleri yadsımalarımız ya da benimsemelerimiz korkulacak şiddetleri barındırıyor içlerinde. Şiirin rengi, kokusu, dokusu örseleniyor bu yüzden. Aklıyla sınırsızlığın kapısını aralayan şairin düşlerine yıldırım düşüyor. Ama o, özlenen yaşama biçimini, düşünen insanı bulup çıkarıyor ve önümüze getiriyor yine. Daha anlaşılır, daha ulaşılır olabilmek adına dilin tüm olanaklarını zorluyor.İnsandan vazgeçmiyor ama…
“Öpüşmek yasaktı, bilir misiniz / düşünmek yasak / iş gücünü savunmak yasak…Özgürlük sevgisi bu / insan kapılmaya görsün bir kez / bir urba ki eskimez / bir düş ki gerçekten daha doğru”
Nesneleri derinliğiyle kavrayıp özneyi yorumlayan şairin dizeleri bunlar. İç huzuruyla sevişmeler, düşünmeler, emeği savunmalar, alınterinin kutsallığından söz etmeler hâlâ yasak. İşin en kötü yanı, demokrasi havarisi kesilenler tarafından gülün kokusu bile mahkûm edildi. Olanın bitenin iç yüzünü görmemekte ayak diriyor ham kalabalık; sunulanla var olduğunu sanan ve yanılgılar atlasını çoğaltmaktan başka bir şey yapamayan bu kitle, gün be gün izbelerin en derinine doğru itiliyor. Buralarda söyleyip yazıyor.Yazıp söylediklerini de kendinden olanla paylaşıyor ancak. Dış dünyanın kımıltısı, evrene açılan kapılar, kutsalların insana aidiyeti umurunda değil onun. Eksi sonsuzdan artı sonsuza uzanan yolun mini minnacık bir ayrıntısı olduğunun ayrımında da değil. Bunlara rağmen dalganın dalgaya yüklenişi sürdü, sürüyor. Bunlara rağmen ağır ağır çıkılıyor uygarlığın merdivenleri ama çıkılıyor. Hayattan yana olan şair diyor ki:
“ Olanları anlamak zorundayız; / bir düdük ötse ne demek / ne demek / doğurmayan topraklar / ne demek direnme / kapılar, ölmek / yol yol kırbaç yaraları sırtımda / iğrenç sancısı geçmişin / bu akıl benim büyüttüğüm akıl / erimek ister evrensel doğruda”
Zamanın bir yerinde içine doğduğumuz hayatı öylesine benimseriz ki, başına buyruk doğal yanını görmezden gelerek onu biçimden biçime sokmaya uğraşırız. Oysa o, bizim dışımızda, bizden bağımsız her anı evrilerek akar durur. Görmek istemediğimizin içindeyizdir oysa. Egemen gücün öğretisi bunun tam tersidir yani sömürünün başladığı andır bu durum.İnanç bazında şöyle bir göz atalım eğreti yanlarımıza; Adem’in kaburgasından doğan Havva masalı, hiç kimsenin gidip de gelemediği cennet cehennem kavramlarının elle tutulmuş, gözle görülmüş gibi anlatılması, İsa’nın anasının bir yerlerine üfürdüğünü sandığı bir babayı içinde taşıdığına inanması, din savaşlarında kesilen kafalar üzerine bina edilen zaman, akla hayale sığmayan binlerce hurafe içerisinde kendisini yok sayan bireyin gönüllü kulluğu hâlâ sürüyor. Sömürünün kara kaftanı ak bir kumaş gibi sunuluyor halka. Böylesine olumsuzlukların içerisinde mutluluk nutukları atanlara rastlıyoruz; düşüncenin, tıpkı hayat gibi durağan olamayacağını görmezden gelip, egemen söylemin dümen suyunda çalıp oynuyorlar. 1950’lerden sonra hız kazanan bu uygulama, 1980’den sonra gemi azıya aldı. Günümüzdeyse, akıl iyice rafa kaldırıldı bunlar tarafından.Yaşamdan vazgeçirildi yeni kuşak. Din öğretimi ve eğitimi hayatın kendisi sayıldı. Bu konuya ilişkin kitaplar, dergiler basan yayınevleri harıl harıl çalıştılar. Evlerimizde bulunan iletişim araçları kanalıyla reklamlarını dinlettiler dilediklerince. Dediler ki: “Ölümle başlayacak hayat gerçek olduğuna göre, gerçek tabiat kanunları da oradakilerdir. Eksiklik, kusur, geçicilik dünyaya ait kanunlardır ama gerçek ve sürekli değillerdir. Gerçek kanunlar,; kusursuzluk, ölümsüzlük, mükemmellik üzerine kuruludurlar.” Başını bağla, siyahlara bürün, toprağın üstünden vazgeç ve altını düşün, diyen ses dünya malını stoklamayla meşguldü. En küçük sayrılığında, halkın vergilerini kendi tedavisine harcamaktan çekinmiyordu. Yedi değil yetmiş yedi sülalesine yetecek kadar servet edinmişti ki servetinin gelecekte de muhafazası için ‘sürü’nün uyanmaması gerekti. Yaklaşık iki yüz yıl önce yaşayan şairin dizeleriyle çizdiği tablo bugün de üç aşağı beş yukarı aynı değil mi?
“ Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler, kâşâneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâmı virâneler gördüm”
Ekonomide, sosyal devlet anlayışında, eğitimde, sağlıkta, hukukta, sanatta gözle görülür, duyumsanır bir hay huy içindeyiz. Görünen o ki, Tanzimat’tan bugüne ölmeyecek kadar soluklanmasına izin verilmiş insanımızın. Sürekli borçlanan bir ülkenin ahalisi olarak geçmişten günümüze hüzün devralıyoruz. Halk kitlesi omuzlarına bindirilen vergi külfetiyle boğuşurken, haksız kazançlarla keselerini doldurup kalkınma masalları anlatıyor birileri. Kendi dışımızdaki ülkelerin tasarruflarıyla sanayileşip, çağdaş bir ülke olacağımızı söyleyenler buna inanıyorlar mı acaba?
Şiir, hayatın bütün kareleriyle ilişkilidir. Toplumun yapısındaki aksamaların nereden kaynaklandığının, nasıl oluştuğunun bilinmesi, irdelenmesi şair için zorunluluktur. Yoksa, kendi yazar, yazdıklarını kendi okur.