Demokrasi ilginç bir kavram. Neresinden tuttuğunuz önemli.
Kimine göre ortada içine oy atılan bir sandık varsa bu demokrasi demektir. Gördüğüm kadarıyla en yaygın ortak kanı da bu sandık üzerinde uzlaşıyor. İktidarın “Milli İrade” olarak tanımladığı da bu olsa gerek. Öyle ya; her konuda karar verme yetkisini halkın önüne sadece 8 saat süreyle konan bir sandık üzerinden 5 yıl boyunca tek bir kişinin eline veren sistemi demokrasi olarak görüp gösterenler de demokrasi yok diye itiraz edenler de aslında o sandığın arkasına sığınmıyor mu?
Son günlerde önce Barolar ile başlayan şu anda Türk Tabipleri Birliği ile devam eden tartışmalarda da iktidarın yapmak istediklerine karşı ortak duruşun temelinde demokrasi talebi yatıyor.
Ancak Baroların da, Türk Tabipleri Birliğinin de özelinde tartışılan demokrasinin bu demokratik kitle örgütlerinin iç yapısında da tartışılıyor olması insana, tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar ikilemini çağrıştırıyor.
Aslına bakarsanız, demokrasiyi iyice unutturmak için olsa gerek, sonradan “sivil toplum örgütü” olarak anılmaya başlayan “demokratik kitle örgütleri”nin tamamında her seçim döneminde demokrasi adına alevlenen tartışmalara hep tanık oluyoruz. Toplumun aynası olan siyasi partilerde de iç işleyişteki demokrasiden hiç kimse memnun değil. Bunun sonucu da, siyasete yeni yüzler, yeni görüşlerden çok eski isimlerle yeni siyasi partiler katılmakta.
Neden diye sorarsanız nedeni çok açık:
Bir kişi veya bir anlayış etrafında birleşen bir kitle bir defa yönetimi ele aldı mı, bir daha o grubun elinden o örgütü alabilenin vay haline… Sanki görünmez bir el, örgütlü yapılarda yönetimler kolayca el değiştirmesin diye çok gizli bir kural getirmiş. Kimse bu kuralı bulup değiştiremiyor.
Derneklerden tutun da, vakıflara, sendikalardan, meslek örgütlerine ve hatta siyasi partilere kadar sandığın kurulduğu hemen her yerde demokrasi ile ilgili bir tartışma böylece sürüp giderken kitleler ise bölünerek etkisizleşiyor.
Uzun yıllar anlamaya çalıştım bunun nedenini… Hemen herkes 12 Eylül yasalarını suçluyordu ama “sorun tam olarak nerede” diye sorduğumda kimseden beni doyuran bir yanıt alamıyordum. Uzun yıllar yönettiği örgütün başından ayrılmayanlara yakıştırılan “kooperatif ağası”, “sendika ağası”, “delege ağası” gibi yakıştırmalarla dolu gazete haberleri ile köşe yazılarını en ince ayrıntısına kadar okudum. Ayrıca gözlemlemek için katıldığım, yakından izlediğim, çeşitli kongre, kurultay, dernek ve vakıf seçimleri oldu. Bunlar dışında kendi aday olduğum seçimlerde canlı yaşadıklarımla bu demokrasiyi zedeleyen hastalığa tanı koymaya çalıştım.
Önce sonuçlarından başlamak isterim:
Gözlemlediğim en önemli sonuç, hemen her yerde seçmen tabanının beklentileri ile sandıklardan çıkan sonucun örtüşmemesi oldu. Bu aklınıza hangi kurumsal yapı gelirse gelsin hepsinde değişmez bir kural gibi karşıma çıktı. Siyasi partilerden tutun da en küçük derneklere kadar durumun böyle olması çok da rastlantısal gelmedi bana.
Kanımca demokrasimizdeki hastalık iki noktada düğümlenmektedir:
Birincisi, delege oluşumunda aday olup delege seçilenlerin kendi seçmenlerine karşı sorumluluk hissetmemesi.
İkincisi, milletvekili aday sıralaması gibi sıralama yapılması gereken seçimler ile kurul halinde görev yapacak yönetim yapılarının seçimlerinde, seçmenlerin oy hakkına ilişkin matematik mantığına aykırı uygulamalar.
Önce kısaca delege oluşumuna bakacak olursak; delege kendisine kimin oy verdiğine değil, kendisini kimin delege adayı yaptığına bakarak hareket etmektedir. Çünkü bir listeye girmeden, bağımsız delege olabilmek hemen hiçbir kurumun seçim sistemi içinde olanaklı görünmemektedir. Bu nedenle delege kendisini delege adayı gösteren kişi veya gruba bağlı hissetmekte, kendisine oy verenlerin beklentilerine ilişkin bir kaygı taşımamaktadır. Seçmen de oy verdiği delegenin kendi görüşlerini kongre, kurultay veya genel kurullara taşıyıp taşımayacağını sorgulamamakta veya sorgulayamamaktadır. Bunun doğal sonucu olarak kurumsal yapıların temsil ettiği görüşlere ve kurumsal işleyişlere ilişkin tartışmalar; bir başka deyişle ideolojik tartışmalar bitmemektedir.
Seçmenin oy hakkına ilişkin matematik mantığına aykırı uygulamalar ise üzerine kitap yazılabilecek kadar geniş bir konu. Çok kısa olarak özetlemek gerekirse; gelişmiş demokrasilerde hem sıralama yapılan seçimlerde, hem de kurul olarak görev yapacak yapıların seçimlerinde seçmen durumunda olanların ve delegelerin oy kullanma hakkı Türkiye’deki uygulamalarımıza göre oldukça kısıtlıdır. Seçmene seçilecek yapının tamamına veya adaylardan istedikleri kadarına oy verme hakkı tanınmamaktadır. Ayrıca delegelik sistemi uygulanan durumlarda delegeler kendi seçmenlerine ne yönde kararlılık gösterileceği konusunda önceden beyanda bulunmak zorundadır.
En sık karşımıza çıkan yöntem, kurul seçimlerinde de, sıralama yapılacak seçimlerde de bir seçmenin yalnızca bir kişiye oy vermesidir. Bunun dışında aday sayısının uygun olduğu (seçmen ve aday sayısının çok fazla olmadığı) durumlarda her adayın tek tek o göreve uygun olup olmadığının açık oylama ile oylandığı ve en çok uygun gören oyu alan adayların sıralandığı veya kurulda görevlendirildiği durumlara da rastlanmaktadır.
Bir diğer uygulama ise bir seçmen veya delegenin kuruldaki üye toplam sayısının sadece bir kısmına (üçte bir, beşte bir gibi) oy verebilmesi. Kurulun toplam üye sayısı kadar adaya oy vermesine izin verilmemesi. Bu uygulamanın bazı durumlarda seçimlerin değişik zamanlara yayılması, kurul üyelerinin tamamı yerine bir kısmının seçimlerde değiştirilmesi gibi yöntemlerle iç içe, geçişken olarak uygulandığına da tanık olmaktayız. Beş yıl görev yapacak bir kurulun her yıl üyelerinin süresi dolan beşte birinin yenilenmesi gibi. Böylece seçmenin iradesi hem tabana hem de zamana yayılmış olmaktadır.
Kısacası Türkiye’de olduğu gibi, gerek sıralama yapılması gereken seçimlerde, gerekse kurul halinde görev yapacak yapıların belirlenmesinde seçmen konumunda olanlara seçilecek kişi sayısına eşdeğer sayıda oy hakkı genellikle verilmemektedir.
Türk Tabipleri Birliği özelinde gündeme gelen seçim yöntemi tartışmalarının, seçimle işbaşına gelen tüm yapılar için demokrasiyi tabana yayacak bir sonuç doğurmasını yürekten dilerim. Böylece birlikte ortak değerleri öne çıkaran, farklılıklarımız konusunda da daha saygılı olduğumuz bir toplumsal yaşama kavuşabiliriz. Ama öyle olmayacağına yönelik endişelerim ne yazık ki; daha ağır basıyor.
İşte bu yüzden bizim demokrasimize kim ne derse desin. Ne yazık ki; kanımca, biz seçimleri demokrasiye ulaşmak için yapmıyoruz. Yaptığımız sadece “seçim demokrasisi”!