Sen öldün.
Öldürmek bir eylemdir. Türkçe dilbilgisinde ya da yasalarda “fiil” de denir. Oysa ölmek bir eylem değildir. Senin ölmeni, ölümü, ölmeleri bir eylem yaptı insanoğlu ve ölünden ve ölümlerden kendine zırhlar, kapılar ve tesbitler icat etti. Ölümünden ve ölümlerden kendine konuşacak çok şey buldu ama yapacak hiçbir şey bulamadı.
Sen öldün.
Senin ölümünü ve ölümleri insanoğlu gitmek saydı, yitmek saydı, bitmek saydı; saymakla bitiremedi. Senin ölümünü hepimiz kendimize acı yapıp içtik, kapı yapıp girdik, eziyet yapıp çektik, yol yapıp yürüdük ama ölümünün bizlere bıraktığı suskunluğu bilemedik. Susmadık.
Ölenin öldüğü ile kaldığını söyleyip haksızlığa, her ölümün erken olduğunu söyleyip edebiyata, aslında ölümden başka her şeyin yalan olduğunu söyleyip hayatın anlamsızlığına vurgu yaptık. Senin ölümün ve ölümler insanoğlunun çenesine vurdu, çenesini yordu, tesbitlerine tesbitler kattı. Biliyorsun, çene yapmak da ve tesbitler ile yaşamakta üstümüze yoktur bu topraklarda. Toprağın altındakilerin toprağın üstündekilerin çenesini ve tesbitlerini açtığı yerlerde nefes alıyoruz.
Sen öldün.
Ölümünü ve ölümleri görsek de anlamayan bizler; ölümü ve ölümleri anlamaktansa kendimize yeni ve taze ölümler icat ettik. Hayata dair ne varsa onlardan kendimize ölümler beğendik. Krize giren, iflas eden, yarinden ayrı düşen, memleketinden uzak düşen, çok yorulan, çok üşüyen, sıcaktan terleyen, heyecandan zıplayan, kendinden başkasını nesne sayan, nesnelere ve sanal olana tapınan, sahip olduklarını olmak ile bir tutan, vesaire kim varsa; kendine yeni ve taze ölümler icat etti. Ölmek koydular adını krizin, iflasın, ayrılığın, düşmenin, yorulmanın, üşümenin, terlemenin, zıplamanın, saymanın, tapınmanın ve olmanın… Gelip geçen ne varsa ölümü sıfat yaptılar önüne. Yitip giden ne varsa ölmeyi fiil yaptılar sonuna. Oysa sen ölmüştün ve senin ölmen idi ölümün gerçeği. Senin ölümünü de ölümleri de önce değiştirdi, sonra bozdu ve ardından hiç etti insanoğlu dediğimiz varlık. Bir daha böylesine ölmemeye yeminler bile etti. Ölüm gibi bir şey ve hatta ölüm dediler yaşadıkları ya da yaşayamadıkları çok şeye. Nasıl da kolay kullandılar ölümün adını. Oysa ölen sendin ve ölmek bir eylem değildi.
Şimdi senin ölümünden ve ölümlerden yapılma elbiseler giyinip çıkıyoruz evlerden, barklardan, dört duvarlardan. Senin ölümünden ve ölümlerden yapılma kumaşlar değiyor şimdilik ölümsüz tenlerimize. Ruhumuza değen hiçbir şey yok. İç değil de hiç güveysinden hallice halimiz. Sokağa çıkacak ve hayatın yokuşlarını yürüyecek halimiz var.
Sen öldün. Senin yaşamanı bilmediğimiz kadar biliyoruz ölümü. Ölüme dair öyle çok şey biliyoruz ki sorma gitsin. Arada cenazelerden kaçıyorsak korkaklığımızdan değil; işimiz gücümüz olmasından. Arada yaşamak diye saçma sapan nefesler alıyorsak, işimiz gücümüzün hayatımızı ele geçirmesinden. Arada tesbitler yapıp, ölümler icat edip kararlar alıyorsak, çok şeyi en iyi bildiğimizden. Arada saçımızı, başımızı, oramızı, buramızı ve bilumum varlığımızı ölümden uzak tutuyorsak, bildiğimiz ve inandığımız çok şey olduğundan. Sen musalla taşında iken, sonrasında toprağın altında iken dahi seninle fotoğraflar çekiniyor isek ve bu fotoğraflar sen hayatta iken birlikte çekindiğimiz fotoğraflardan daha çok ise, anla artık, devir çek, paylaş, beğen devri. Kimseler kimselerin yüzüne bakmıyor, biliyor musun? Ama herkes birbirinin fotosuna bakıyor nicedir. Oysa ölüdür bütün resimler, fotoğraflar ve görüntüler. Birazdan ya da çok sonra ölecek birilerinin zaten ölü olan suretleridir o çekilenler.
Sen öldün. Çocukların oyunlarında söylediği “sen öldün, çık…” cümlesi kadar sevecen değildi ölümün. Okuyamayacağını bile bile sana mektup yazan şu yerelgastemakalecisi adamı bağışla. Senin ölümünü ve ölümleri anlatmak değildi derdim. Derdim sadece bir şeyler anlatmaktı. Hayatta olsaydın anlardın. Buralarda kendisine yeni ve taze ölümler icat eyleyip günde haftada ayda yılda defalarca ölüp ölüp dirilen insanoğlunun ayaklarının altında bir yerlerde yatıyor olduğunu bilmek beni acıtıyor. Ama öldürmüyor.
Ne demeli öyleyse…
Ölmemişlerimizin ruhuna değsin…