Kasım başladı derken tak bitiyor işte Kasım da.
Okullar ilk ara tatili yaptı, yarı yıl tatili göz açıp kapayıncaya kadar gelir, sonrası ramazan, sonrası yaz tatili, kurban…
Kimseler kimselere ve hayata yetişemiyor.
Herkesin dilinde aynı cümleler:
“Günler nasıl geçiyor anlamıyoruz.”
O kadar çok şey yapıyorsunuz, o kadar koşturuyorsunuz; yetmiyor.
Kimseler kimselere yetmiyor.
İşler takvime yetişemiyor.
Öğrenciler sınav, kurs, etkinlik…
Büyükler iş, güç, geçim derdi, stres…
Yolda yürürken faturanızı cep telefonundan yatırıyorsunuz, bir arkadaşınıza eft yapıyorsunuz….
Teknoloji her şeyi kolaylaştırırken yetmiyor yine de zaman…
Büyük, küçük, genç, yaşlı…
Trafik, kent, siyaset, politika…
Doğumlar, ölümler…
Birileri geliyor hayatınıza birileri çıkıyor hayatınızdan…
Bugün sağlıklısınız yarın hasta.
Beş dakika sonra üzerinize otobüs çıkabilir veya bir çukura düşebilirsiniz…
Madende çalışırken hayatınız bitebilir.
Sonra birileri “güzel öldüler” der arkanızdan.
Saati her gün kurmak gibi.
Robotlaşan ve insanı yıpratan şehirler…
Nefes alacak nokta bulamıyorsunuz.
Beton, beton, beton…
Hiç göçmeyecekmiş gibi dünyadan, hırs ve ihtiraslar arasında…
Daha daha derken bakıyorsunuz perde iniyor üzerinize.
Tiyatro gibi.
Farkedemiyorsunuz yaşadığınızın.
O kaptırış hep kaptırış…
Bir giriyorsunuz girdaba, çıkabilene aşk olsun.
Bakıyorsunuz sonra, hayat bitmiş, hastalıklar gelmiş, yaş ilerlemiş…
Dank ediyor kafaya!
Geç gelen danktan kime ne fayda!
Hızlı yaşıyoruz.
Hızla yaşıyoruz.
Frene basmak lazım.
Basmıyoruz.
Para kazanma ile geçinme arasında mücadele.
Bir taraf borsa hikayelerini anlatıyor.
Bir günde bu kadar vurmuşmuş, bir ayda milyonluk araba çekmişmiş.
Kime ne?
Güle güle kullan.
Hayat kaç milyonluk?
Düşünen yok.
Doğan bebek bile en çok 4-5 yaşına kadar bebek…
Sonra kreşe salıyorsunuz ya…
Girdaba giriş…
Sonra yetişebilirseniz aşk olsun…
Hayata.
Zamana!