“Mukaddes şehrin sokaklarında Latin tacı görmektense Türk sancağının galebesini tercih ederim”
İstanbul’un 1453 yılında alınması dünya için önemli bir kırılma noktası olur. Yok edilmek istenen Ortodoks kilisesi bu fetihten güçlenerek çıkar. Fatih Sultan Mehmet ise İstanbul’u alarak Osmanlıyı Nova Roma(Yeni Roma)’yı da içine alarak imparator yapmak istiyordu. Çünkü o dönemde imparatorluk demek “Nova Roma” demekti. İmparator olmak için orayı fethetmek ve mirasını almak istiyordu. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde dünyada o güne kadar olmamış bir şey oldu ve Fatih, İstanbul’u bomboş fethetti. Yani şehir alınmadan az önce tümüyle tüm değerleriyle, birikimleriyle boşaltılarak alındı. Ortodokslar dışında şehirde sadece yoksul halk vardı. Kentin kültürü, birikimi Avrupa’ya çoğunlukla da İtalya’ya göç etti. Bu eylem o yıllar da yani 1450-1500 yılları arasında Avrupa da Rönesans’ın temellerini attı. Örneğin 40 bin nüfuslu İtalyanın Floransa kentinde 1450-1490 yılları arasında dudak uçuklatacak sayıda ölümsüz sanatçı ortaya çıktı. Leonardo da Vinci, Lorenzo Ghiberti, Sandro Botticelli, Donatello gibi çok önemli isimler oradan dünyaya merhaba dediler. 40 milyon nüfuslu Avrupa da bu 50 yıl içinde 20 milyon kitap basıldı. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u almıştı ama mirasını alamamıştı. İstanbul’u nasıl yönetecekti, bu çok önemliydi… Bu konuya girmeden önce Ortodoksların durumuna bakalım.
Ve biraz geriye gidelim…
Büyük Roma İmparatorluğu, doğu ve batı olarak ikiye ayrılınca doğuya yerleşenler Bizans’ı kurdular. Bizans İmparatorluğu kuranlar, batıdakiler gibi fanatik dindar değillerdi. Süreç içinde Bizans’taki din adamları Ortodoksluğu benimsediler ve 1054 yılında Papa’yı tanımayarak “Patrik”lerinin bağımsızlığını ilan etiler. Bizans papayı tanımayı reddettiği andan itibaren Katoliklerin kötülüğünü kazandı. Papa, asi Hristiyanları cezalandırmak için her çareye başvurdu. 1204 yılında Bizans’ta hüküm süren iç karışıklıktan faydalanarak dördüncü haçlı ordusu şehri aldı. Ortodoks din adamları kılıçtan geçirildi. Başta kiliseleri olmak üzere bütün şehir yakıldı ve yıkıldı.
Türklerin İstanbul’u fethetmeye hazırlandıkları duyulunca Bizanslıları büyük bir endişe aldı. İmparator Konstantin, Katoliklerden yardım istedi. Gelecek yardım karşılığında Katolikliği kabul ettiler. Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi kararlaştırıldı. Ancak böyle bir birleşmenin Bizans halkı tarafından kabul görmeyeceğini bildiklerinden Papa V. Nicolas’dan, kendisine yardımcı olarak çok güçlü bir din adamı göndermelerini istediler. Papa bu göreve Kiev Ortodoks metropoliti iken Roma’ya giderek papanın eteğine yüz süren ve Katolikliği kabul eden kardinal olan İSİDOR’u gönderdi. Rum asıllı İsidor, yanına yardımcı olarak Midilli başpiskoposunu ve 200 silahşoru aldı ve İstanbul’a gitti. Bizans halkı kendisini iyi karşılamadı. Ortalık karıştı. İsidor her şeye rağmen iki kilisenin birleştirilmesi kararını büyük bir törenle kabul ettirdi. Ayasofya’da bu ayin yapılırken galeyana gelen halk durumu protesto etti. Başvekil Notaras da bu birleşmeyi onaylamayanlardandır. Tarih “mukaddes şehrin sokaklarında Latin tacı görmektense Türk sancağının galebesini tercih ederim” dediğini yazmaktadır. Bu durum Bizanslıların Latinler’in yaptıklarını unutmadıklarını göstermektedir.
53 gün süren kuşatmadan sonra Fatih Sultan Mehmet şehre girer. Ayasofya’da namazını kıldıktan(1 Haziran 1453 Cuma günü) sonra verdiği ilk emir Hristiyan halka ilişilmemesi olmuştur. Fatih Sultan MEHMET, Rumların emniyetini temin ettikten sonra onlara şehirde ikamet müsaadesi verdi, vergiden muaf tuttu, yine Bizanslı tarihçi Kritovulos’a göre, hükümdar payı olan ve kendi hissesine düşen binlerce Rum esiri bugün Fener’in bulunduğu bölgeye yerleştirmiş ve şehrin imarında en yüksek yevmiye ile çalıştırmıştır.
Fatih Sultan Mehmet’in Rumlara en büyük iyiliği bir anlamda yok edilen Rum Ortodoks Patrikliğini yeniden oluşturması ya da tanımasıdır. Eğer Fatih, İstanbul’u aldığında Rumları kılıçtan geçirseydi bugün yeryüzünde bir Rum varlığı olmazdı. Ortodoks mezhebi ise zaten ölmüştü…Katoliklerin bir hayali gerçek olacaktı. Katolikler ve Protestanlar dışında Ortodokslar yok olacaktı. Fatih Sultan Mehmet, bu anlamda Ortodoks kilisesi ve Rumları için önemli bir kırılma noktasıdır. Yok edilen bir mezhep, bu andan itibaren hızla ayağa kalkacak ve varlığını daha güçlü bir şekilde sürdürecektir.
Fatih Sultan MEHMET, ilk iş olarak boşalan patrik makamına Gennadios’u büyük bir merasimle geçirdi. Merasimden sonra onu sarayında kabul etti. Patrik asasını hediye etti. Saraydan ata bindirilerek vezir ve paşaların refakatinde patrikhaneye götürüldü. Bu olay Rumlar üzerinde çok olumlu tesir yarattı. Fatih’ten sonra gelen padişahlarda patrik ve patrikhaneye aynı şekilde değer gösterdiler. Bu sürecin Ayvalık ile ilgisi çok yakın ve sıcaktır.
Bu ilgiye geçmeden Osmanlıya bakalım…
Bomboş aldığı İstanbul’u yani birikimlerini teslim alamadığı bu kenti nasıl yöneteceğini konusu büyük komutan Fatih Sultan Mehmet’in en büyük sorunu olur. Buraya hangi halkı getirecektir. Anadolu’da tarlasında çalışan ve askerlik dışında bir becerisi olmayan Türkleri getirmeyi düşünse de bunu uygulamaya sokmaz. Ermeniler tercihi olur. İş bu kadarla kalsa iyi de bu kadarla da kalmaz. İstanbul’u fetheden Türk’ün bilek gücü değildir. Orada akıl vardır, matematik vardır. İstanbul’un fethinde ilk kez top kullanılır. İstanbul’u fetheden ve Havan topunu icat eden yivli topları döktüren padişahtır. Fatihin kendi icadı olan ve adı “şahi” olan topların ağırlığı 17 ton ve bakırdan dökülmüştür. 1.5 ton ağırlığındaki mermileri 1 km ileriye atıyor. Bu topları 100 öküz ve 700 asker çekiyor. Yani Ortaçağ sadece matbaa bulundu diye kapanmıyor…
Bir çağı kapatıp yeni bir çağı başlatan Fatih Sultan Mehmet’in yanında yani çevresinde kimler varmış, bakalım mı…
Davud-i Kayseri, Molla Fenari, Hızır bey, Ali Kuşçu(ki ikna edip yanında kalmasını sağlaması bile bir olaydır-dönemin en iyi matematikçisi), Hoca-zade Muslihuddin Mustafa, Molla Hüsrev, Hayali Şemseddin Ahmed, Sinan Paşa, Molla Lütfi(Tokatlı)… Müthiş bir kütüphane.. Türkçe, Arapça, Farsça, Latince, Yunanca kitaplardan oluşan… Ve Hristiyanlığı çok iyi bilen bir kişi.. Sürekli etrafında bulunan bu alimler grubuyla tartışmalar yapması ve sürekli kendini geliştirmesi en önemli özelliği… Demek ki dünya lideri olmanın yolu akıl ve bilimden geçiyormuş… Akıl ve bilim ile yoğurulmuş beyinlerden oluşan bir ekip kurulursa oluyormuş…
Böyle bir insan bu fetih olayından sonra o bilgiyi ve aklı ne acıdır ki kenar da bırakıyor. Birkaç cümle de ona değinelim…
Çocukluğundan İstanbul’un fethine kadar geçen süreçte kendisine yönetim anlayışında biat etmeyen Türk asıllı Çandarlı Halil Paşayı katleder ve artık Sadrazamlık makamında Türk olmaz. Başka bir şey daha yapar. Aklı ve bilimi savunan Hurifileri son ferdine kadar kuyularda yakarak yok eder. Ve duanın gücüne inanan Nakşi tarikatını öne çıkartır.
Avrupa, İstanbul’un fethi ile bir anda kentin mirasının gelmesiyle Rönesans’ını yaşarken İstanbul’u akıl ve bilim ile teslim alan Osmanlı da farkında olmadan kendi karanlığına gömülüyordu. Oysa fetihten 20 yıl önce matbaa bulunmuş ve 1500 yılına kadar geçen o sürede Avrupa da 300 matbaa açılmış. Osmanlı ilk kitabını basıncaya kadar Avrupalı 350 milyon kitap basmış.. Bizlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme dönemi diye bildiğimiz süreçte gözümüzden kaçan yada kaçırılan ufacık diye gösterilmeyen o ayrıntılarla nasılda kağıttan kaplan olduğu Avrupa tarafından biliniyordu. Avrupa da akıl ve bilim doruğa çıkarken Osmanlı da da teslim olma süreci başlıyordu. Osmanlı Bab-ı Ali’sine ilk daimi Fransız temsilci 1536 yılında atanıyordu. Bunu 1543 yılında Fransa’ya verilen ilk kapitülasyon izledi. Kapitülasyonu veren “Muhteşem ve kudretli Türk” diye imaj verilen Kanuni Sultan Süleyman’dı. Osmanlı o sıralar güçlü olduğunda alan da veren de bunu güç olarak gösteriyordu.
İstanbul’un fethi Ortodoks ruhani güç için sonun başlangıcı olurken Rumlar için ikinci önemli kırılma olayı Mısır üzerinden yaşanır. Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Kavala da doğmuş ve Napolyon’un Mısır işgaline karşı gönderilen ordu içinde kahramanlık göstermiş ve sonra çıkan karışıklıktan istifa ederek Mısır’a vali olur. Şimdilik buraya nokta koyalım ve Avrupa’da bu sırada neler olmuş ona da kısaca bakalım…
Avrupa’nın yenilikçi kaynağı yada benim deyişimle devrimci gücü Osmanlı olmuştur dersek çokta abartmış olmayız. Bir köylü imparatorluğu olan Osmanlının iki gelir kaynağı vardı. Biri yaptığı fetihler ve kazandığı savaşlar sonunda elde ettiği ganimetler ile tarihi ipek yolu üzerinden aldığı vergilerdi. Osmanlı Avrupa’da Viyana kapılarına kadar gidip dönerken o bölgelerde yaşayan halkların kaderini de değiştiriyordu. Kralları, prensleri, dükleri ortadan kaldırırken toprağa bağlı serf konumunda ki köylüyü özgürleştiriyordu. Özgürleşen köylü bulunduğu yeri terk ederken daha büyük yerleşim alanlarına göç ederken giderek Avrupa da şehirleşme başlıyordu. Şehirleşmeyle birlikte devlet kavramı da ortaya çıkıyordu. Bunun yanında Avrupa, İslamın yapması gerekeni kendisi yapıyordu. Geometri ve Astronomi biliminin analizinden Fizik bilimini buluyor ve bu bilimin verdikleriyle önce rüzgarın gücüyle giden yelkenli yapıyor ve sonrasında buharın gücünü ve sonunda kömürün gücüyle sanayi devrimini yapıyordu. İşin bu noktasında o kocaman Osmanlı imparatorluğunu fizik bilimi yıkmıştır dersek kısmende olsa doğru söylemiş oluruz.
Durumu özetleyecek olursak eğer, Osmanlı işgal ettiği yerlerde kralları, derebeyleri öldürürken toprağa bağlı köle durumundaki halkı, uygulamaya soktuğu tımar sistemi ile bir anlamda özgürleştiriyordu. Böylece toprağa bağlı kölelikten kurtulan köylüler, yeni oluşan kentlere akın ediyorlardı. Oysa aynı yıllarda Amerikayı, Afrikayı ve Hint yarımadasını işgal eden büyük Avrupa devletleri bir soykırım gerçekleştiriyordu. Amerika’da Kızılderili kalmıyordu, Küba nüfusu 20 yılda 50 binden 14 bine, Haiti nüfusu 100 binden 15 bine düşüyordu. Bir Fransız gazeteci o günleri şöyle yazacaktı. “Bu korkunç işleri yapanlara Avrupalı, hatta insan demek için bin şahit ister… Bir de bunların Hristiyan olduğunu düşünürsek!… … Kim ne derse desin, dökülen masum kanları, Yeni Dünya’nın keşfini öyle lekeledi ki, hiçbir ilaç bu lekeyi çıkaramaz…”
Özgürleşen insanlar nedeniyle kentler bir yandan büyürken bir yandan da güvenlik sorunları ortaya çıkıyordu. 1789 Fransız İhtilali’nin de tetikleyici bir rol üstlenmesiyle Doğu Avrupalı Hıristiyan halklar, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda ayrılıkçı hareketlere girişmeye başladılar. 17 Mart 1821’de Rum tebaanın Mora’da çıkardığı isyan, daha sonra Kıbrıs, Girit ve diğer adalara yayılmıştır. Mayıs 1821 de Ayvalık ve Cunda adasında da isyan çıkmıştır.
Bu noktaya gelmeden önce şimdi Mısır olayına bakabiliriz…
Kavalalı Mehmet Ali Paşa uyguladığı ekonomiyle üretim araçlarını tabana yayması ve paylaşımda eşitlikçi davranması dönemin emperyalist gücü İngiltere’yi korkutmuştu. Memlüklerin ve vergiye tabi çiftlik sahiplerinin ellerinde ki topraklar istimlak edilerek doğrudan köylüye dağıtıldı. Bu karar ekonomi de öyle büyük bir ivme kazandırdı ki 15 yıl içinde Mısır’ın ulaştığı modern sanayi kapasitesi, İngiltere’yi yakaladı. Doğan Avcıoğlu “Türkiye’nin Düzeni” isimli kitabında bunu çok güzel anlatır. “Mehmet Ali, devletleştirdiği dış ticaretten sağladığı gelirlerin de yardımıyla ve devlet eliyle, 1816 yılından başlayarak bir hayli sanayi teşebbüsü kurmuştu. Binaları devlet inşa etmekte, bütün yatırımları yapmakta ve fabrikaların imalatını devlet satmaktaydı. Bu iş yerlerinde 70 bin işçi çalışmaktaydı ki, o zamana kadar bu, büyük bir rakamdır.
Mısır durdurulmalıydı…
Ve bu olağanüstü durumda Rum halkına devlet kurma fikri öne çıkmaya başlar, Avrupa’da…
“Hiçbir şey umut etmiyorum
Hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.
Giritli olmak böyle bir şey, “belaya hoş geldin demek”.
Devam edecek
Faydalanılan kaynaklar
1. Türkiye’nin Düzeni, Doğan Avcıoğlu
2. Aydınlanma Tarikatı, Orhan Gökdemir
3. Hayal Gücü, Jonah Lehrer
4. Sanayileşme ve Uluslaşma Sürecinde Toprak Reformundan Köy Enstitülerine, Necdet Ekinci
5. Anneanne dili “Giritçe”, inretnet sayfası
6. Hayat Tarih Mecmuası, sayı 4, basım tarihi 1965, İstanbul’un Fethi
7. Hayat Tarih Mecmuası, sayı 5, basım tarihi 1965, Kızılderililerin ölümü,
8. Hayat Tarih Mecmuası, sayı 11, basım tarihi 1965, Ortodoskluk ve Türkler
9. Çeşitli tarihlerde yayınlaşmış olan Cumhuriyet gazetesinde yer alan makale ve yazılar…